03 Kasım 2024

Kutsal Yürek: İki kişilik güzel cumhuriyet

Teorik bağlamı derinlikli, duygusal etkisi güçlü, sinematografisi sağlam Kutsal Yürek’le Ferzan Özpetek iyilik üzerine bir beste yapmış gibidir

Her mekânda aynı tavırların egemen olduğuna dair gözlemleri biriken sahici bir insan infiale kapılır. Bir kasaba otogarı ile bir felsefe bölümünde, politik bir partinin ilçe başkanlığı ile bir sergi salonunda, üçüncü sınıf bir şirketin muhasebe birimi ile bir hastanenin yoğun bakım servisinde olanların gerisinde aynı anlayışın egemen olduğuna tanık olunca insanın nutku tutulur. Gelgelelim bunu mümkün kılan gayri meşru nedenleri anlamak mümkündür.

Geleneksel toplumsal değer yargıları ile eğitimin idealleri aynı olunca, yaşama arzusundan nefret eden bir dizi kural gelir bilginin tahtına oturur. Aynileşmenin izlerini burada aramak gerekir. Farklı meslekler icra eden fakat varoluşla kurdukları ilişki bakımından aynı hesapçı perspektiften beslenenlerin gösteriş meydanında yalnızca bayağılığa izin vardır. “İşleri” farklı “günleri” aynı… Diplomalarında uzmanlık alanları yazılı fakat ruhlarında, düzeyi ne olursa olsun makama, miktarı ne olursa olsun paraya, değeri ne olursa olsun başkasından alkış almaya yönelik bir bilinçdışının damgası kayıtlı. Her taraf bir pazaryeri; curcuna… 

Ferzan Özpetek, Kutsal Yürek filmiyle bu pazaryerinden tezgâh kurmak istemeyenler ile buradan kaçmak için canla başla çalışanların serüvenini işler. Üstelik harikulade bir hünerle…

İyi yürek ile kötü yürek arasındaki gerilime odaklanan kamera, yaşamın kırılma noktalarındaki inceliğin gücünü görünür kılar. Platon etiğinde bu, ölçülülük erdemine denk düşer; ruhun iyi yanının kötü yanına üstün gelmesi… Zira tür olarak insan iyi ya da kötü bir varlık değildir, buna karşın kişiler iyi de olabilir kötü de... Bundandır ki adil bir politikanın asli görevi, ruhun iyi yanına alan açan bir mecra yaratmaktır. Öyleyse kötülük bir politikadır. Hakikate aykırı bir hesapla düşünülen, çarpık bir senaryoyla kurgulanan, büyük bir kinle devreye sokulan bir politika; her mekânda boy gösteren bir iş birliğiyle yayılan, iyiliğe kurulan sinsi bir tuzakla iktidar kuran bir politika.

Sahip olanlar ve kendini arayanlar

Egemen politikaların kötülüğün örgütlenişi olduğunu ancak küçük hesapların penceresine perde çeken bir akıl görebilir. Hiçbir etkin güç yaratamayan kişi, politik bir kimliği yakasına yapıştırır yapıştırmaz edilgin bir güç kazanır. Yaratabilme kudretiyle yaşama neşe katmaktan ziyade bir yerde konumlanmaktan nemalanmak… Dönüştürme kudretinden yoksun, dahası yaşama değer katan güce hınç duyan bir güç… Değersizin güç istenci, değer yaratıcı gücü etkisiz kılma istencidir. Hilenin tarihi, değersizlerin değerlilere beslediği kinin tarihidir. Sadece bir grup olmaktan gelen güç ortamında, en kalabalık grubun en güçlü kesim olacağı açıktır. Politikaların kendi içlerindeki iyilere tahammül edememe nedeni de budur. Tamamen kişiye özgü olanı, kişiselliği dolayısıyla tepeden tırnağa mahrem olan duyguları dahi politik bir kurgu üzerinde dizayn eden bir dünyada değer yoktur, hesap vardır. Birbirinin sırtını sıvazlamayı sırt sırta vermek olarak gösteren ikiyüzlülüğü gizleyecek bir örtü yoktur.

Heves ettiği her şeye el uzatsa dokunacak kadar yakın İrene’nin (Barbora Bobulova) ruhundaki iyi yanı harekete geçirecek güç, küçücük Benny’nin (Camille Dugay Comencini) dirayetinden gelir. Her şeye sahipken hiçbir şey olmamak iyi bir kalbin kaldırabileceği bir ağırlık değildir. Sahip olmaktan olmaya evrilen süreç böyle başlar. Etik özne oluş… Kapalı ve karanlık odalardan insana dair bütün kapıları karşılaşmaların seyrine açmaya giden bir serüven… Henüz ideolojik ahlaka yenik düşmediği içindir ki küçük kalbi büyük bir içtenlikle atar. Üstelik iyiliğin kanıtlanması gereken bir şey olmadığını da bilir. İyiliğe meydan okuyanlara, onun varlığını gösterme çabası sadece beyhude değil, aynı zamanda saflıktır. Değer bilincine ya da duygusuna sahip kişi kendinden utanır, başkasından değil. Bu harika gerilimi dolaşıma sokan bir çocuk, değerlerin değerinin pratik imkanlardan gelmediğini sezmiş ve iyi ile kötünün duruma göre her seferinde yeniden betimlenmesi gereken göreli sıfatlar olduğunu kavramış bir aklı temsil eder. Bu, Kant etiğinin asıl temasıdır. İyi ve kötü kavramları, değerlerin neliği ve varlık tarzı belirlenmeden tanımlanamazlar.

“İyinin ve kötünün ötesinde”

Bir çocuk, egemen ahlaklar tarafından iyilik ve kötülük ilan edilen eylem kodlarını ters çeviriyorsa, onları birbirine karıştırmıyordur; aksine değerler konusunda berrak bir görüye sahiptir. Hırsızlığı kötülük ilan edenlerin çaldıkları parayı hesaplayan bir matematik yokken, buna hiçbir koşulda tevessül etmeyenlerin açlıklarını dindirmek için biraz yiyecek, kişisel tarihleri boyunca hiç gülmemiş yüzleri güldürmek için küçük bir oyuncak çalmak, para, makam ve iltifat delisi büyüklerin gürültüsünü akıl dolu bir yalanla bastırmaktır. Toplumsal ahlak, bol kepçe yasak servis etme konusunda son derece maharetlidir. Ve fakat, insanın yaşama arzusunu zedeleyen bir değer yoktur; insanın yaşamla kurduğu bağı zayıflatan hiçbir şey değer değildir.

Toplumsal/kurumsal ahlak ile değerler arasında hiçbir zorunlu bağ yoktur. Bakın, ahlakın zabıtalığı sayesinde elde ettikleriyle dünyanın canına okuyanlar, zorunlu ihtiyaçlarını dahi karşılamakta zorlandıkları halde kimseye kaş dahi çatmayanları güvenilmez ilan ederek olası karşılaşma alanlarının dışına itiyorlar. “Herkese güvenmemek gerekir.” Tamam, anladık! Peki bunu kim söylüyor? İyiliğin güvencesi olduğuna inanan din adamı. Hemen sonrasında güven zedeleme konusunda sicili en kabarık kişilerin onun bulunduğu mecralarda olduğunu anlarız. İyiliğin örgütlülük gerektirdiği konusunda zaten iyi olanları ikna etmeye çalışırken, mensubu olduğu örgüt, kutsal ilan ettiği mekânın korunaklı bahçesini lüks arabalarla donatmanın kefaretini açlara dağıttığı bir kâse çorbayla öder. Söylenen yalanlara kanacak bir Tanrı var mıdır acaba?

İyiliğin bir örgütlenme işi olmadığını göstermenin daha etkili bir yolunu aramamak gerekir. Zira örgütlülük kurum, kurum kendini yaratan koşulların devamını gerektirir. Bundandır ki her toplumsal ya da toplulukçu ahlak, sözüm ona iyiliğe muhtaç, yani aslında kendisine muhtaç insanların çokluğundan beslenir. Muhtaç kimse yoksa, ahlakçının da “erdemi” yoktur. Toplumsal kurumların ahlaki hassasiyeti, ahlakçıya inancı korumaya ayarlıdır. Bundandır ki ahlakçılık, önünde sonunda bir işe dönüşür; dinsel bir iş, politik bir iş, sivil toplumcu bir iş, “entelektüel” bir iş… Velhasıl, değerleri harcamaya devam edeceklerinden kimsenin kuşkusu olmasın!

Kutsal Yürek filminden bir kare

Narin bir çocuk, kaba bir dünya

Kötünün kazancı neyin değer olmadığını, iyinin kaybı neyin değer olduğunu gösterir. Gözümüzü şatafat, aklımızı hayret açar. Öyleyse iyiliği aramamız gereken yer, bir vaazdaki yapay duygusallık, bir politik sloganın gelecek tasavvuru değil, bir ruhun saflığıdır. İyilik, toplumsallık ideolojisi tarafından ele geçirilemediği için kendisiyle barışık kalabilen çocuksu bir ruhta kuluçkaya yatar. Tek başına yapabildiklerini yapmaktan sakınmayan küçük kızın, şeylere sahip olma eğilimini alt eden zarif arzusunun din adamında uyandırdığı kuşku, iyiliğe değil, onun kendi iyiliğine duyduğu inancadır. İyi bir insandan daha pürüzsüz bir ayna var mıdır? Kötülerin, bırakın herhangi bir şeye inanmayı, kendilerine dahi inançları yoktur. Ve fakat, onların inançsızlığı iyiliğin gücünü kanıtlar. Haliyle toplumsal ahlaka inananlar, kendilerine inancı olmayanlara inananlardır.

Platon’un iyinin idea oluşuna vurgu yapması bu nedenledir. İdea, uygulanamaz olan anlamına gelmez, eksiksiz olan anlamına gelir. Bunu bilmemek giderilebilir bir bilgisizliktir fakat çarpıtmak iflah olmaz bir düşünce kirliliğidir. O halde kötüleri, yaptıklarının kötülük olduğunu bilen fakat değerler konusunda cahil kimseler olarak tanımlamak yerinde olur. Kötülüğe bu kadar kolay tav olan insan bolluğu dolayısıyla her taraf böylesine toz dumandır. 

İdeoloji olarak insan

İnsan bir ideolojidir zaten; olmadığı şey olduğuna dair kaskatı bir inançla yaşar. Kişi düzeyinde kendine inancın zayıflığı ile türe ilişkin inancın katılığı el ele gider. Ortalıkta dolanan neredeyse bütün değer ve ahlak anlayışlarını bu ideoloji kurgular. Edimi ve eylemi, fikri ve zikri ne olursa olsun, en değerli varlık olduğuna inanmak... Tarihin en büyük ve en çarpık ideolojisi, insan türünün sırf insan türü olduğu için kendini değerli ilan etmesidir. Diğer bütün ideolojiler bunun etrafından döner durur. İnsan, “eşref-i mahlukat” olduğu için değil, sadece insan olduğu için değerler vardır. Hepsi bu!

Küçük hesaplar için atan kalbinden, yalana hesapsız dönen dilinden başka tutunabileceği hiçbir kapasitesi olmayanlar, iyiliğin saflığına vurgu yapan ahlak yasasının koşulsuz bir buyruk olduğuna dair Kantçı argümanı, Kant etiğinin pratik işlemezliğine yorarlar. Kant, ahlak yasasını “pratikte uygulanabilirlik” ekseninde tartışmaya açacak kadar baş döndüren bir zekânın çıkabileceğini tahmin etmiş miydi acaba? Kötülük yapmaya dünden razı olanlar, dünyanın zorluklarını kötülük yapmak için gerekçe olarak kullanmaktan imtina etmeyince, etik bir ilkenin zaten pratik olduğunu da görmezler.

Bu tür insanların aklı, neden ile sonuç ilişkisini ters çevirmek için didinir durur. Halbuki bir değer, birileri uyuyor diye değer değildir; halbuki bir değer, hiç kimse uymasa da değerdir; halbuki bir değer, sadece bir ideal değil aynı zamanda pratik ve ilişkisel bir var olandır. Kant, ahlak yasasını uymamız gereken bir ilke olarak sunmaz, değerli kişilerin yaşamından devşirip formüle eder. “Erdemli olmak istiyorsan ahlak yasasına uy” demez, “ahlak yasasına uygun yaşayan insanlar olduğu için yasayı formüle ettim” der. Bunlar Pratik Aklın Eleştirisi’nin nihai argümanlarıdır. Filozof nasihat vermez, bilgi arar. Bu kitabı Kant’a yazdıran, sahip olduğu imkanlar ölçüsünde sevgi satın almaya çıkan iş insanı, akademik insan ya da inanan insan değil, küçük Benny’nin içindeki saf ama kararlı saygıdır.

Düşünmek, konuşmak ve eylemek

Gel gör ki, kitaplara göz gezdirerek kitap yazanların cirit attığı devirlerden geçiyoruz. Yayınevi sayısı fazla fakat kitap okuma oranı düşükse, eğitim sistemi bilgiye savaş ilan edip fakat ortalık kitap fuarından geçilmiyorsa, her ideoloji mutlak hakikat ilan ettiği yargıları tekrarlayan kişinin kalemine kâğıt uzatıyorsa, kim, hangi derde deva olabilir?

“Düşündüklerinden farklı yaşamak” diye bir hal yoktur; söylediklerinden farklı yaşamak vardır. Bir insan, doğru olduğunu beyan ettiği görüşe ters düşen bir yaşam yaşıyorsa, onu betimleyen şey tutarsızlık değil, kendi “değerlerine” inanmazlıktır. O, bir gayri sahihtir. Böyle birinin temel düşüncesi şudur: Hakikat hesaplarıma uymuyorsa ona uymamalıyım! Onun nihai hakikati, hakikatlere itibar edilmeyebileceğidir. Hakikat olduğuna inandığını, hesapları uğruna ihlal etmenin hakikat olduğuna inanmak… O, düşündüğünden farklı yaşamaz, düşüncesinin genel kabulünü karıştırır.

Bundandır ki tarihin yazılmış en güçlü etik kitapların başında gelen Nikomakhos’a Etik’te Aristoteles düşünce erdemlerinin karakter erdemlerinin koşulu olduğunu ısrarla vurgular. Kötülük gören yaşamsal -ama varoluşsal değil- bir imkânı yitirir, kötülük eden kendi değerini... Paradoksların en çirkinine tutulmak… Değer dediklerine yabancılık, bir öznenin değeri açısında felakettir.

Platon ve Aristoteles kaç bin yıl önce bunu birçok bağlamda tartışırken, ahir zamanların “entelektüeli”, onayına muhtaç olduğu kalabalığın dört elle sarılacağı yargıların peşine düşer. Oysa theoria ile ilgilenmek bir meslek icra etmek değildir; düşünmeyle, bilgiyle yoğrulmuş bir yaşam yaşamaktır. Fark, “sahip olmak” ile olma serüvenine çıkmak arasındaki farktır; fark, doğruyu söylemek (parrhesia) ile iltifat etmek arasındaki farktır; fark, dünya, insan ve yaşamın sırlarını aramak ile görücüye çıkmak arasındaki farktır. Don Quijote bunu uzun zaman önce görmüştü: “Ey iltifatın kudreti nelere kadirsin böyle!”

Teorik bağlamı derinlikli, duygusal etkisi güçlü, sinematografisi sağlam Kutsal Yürek’le Ferzan Özpetek iyilik üzerine bir beste yapmış gibidir. Sinema platformu Mubi, yönetmenin filmlerini toplu olarak gösterime sokmakla harika bir iş yapmışken, on günlük bir Özpetek suare için zaman ayarlayan kişi, kendine büyük iyilik yapacaktır.

Yavuz Adugit kimdir?

Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde mezun oldu. Yüksek Lisans ve Doktora çalışmalarını Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde tamamladı.

Aynı üniversitede Araştırma Görevlisi olarak çalıştı. Araştırmacı öğretim üyesi olarak Amsterdam Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde bulundu.

Halen Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde çalışmaktadır.

Ağırlıklı olarak etik, estetik ve sinema üzerine çalışmalar yapmaktadır.

Yazarın Diğer Yazıları

Son insan: Amaçlar krallığından ergenler topluluğuna

"Kendini bil" ilkesi, kişinin kendiyle ilişkisini temel etik ilişki olarak alır. Bir insan için kendi değerini harcamamaktan, dahası kendini değerli kılmaktan daha büyük ödev ne olabilir ki? Kendini bilmek, kendiyle değerler bağlamında ilişki kurmaktır. Başkasıyla değerler zemininde ilişki kurmak ancak bundan sonra devreye girebilir. Kendi değerini bilmeyenin başkasına değer katması varoluşun seyrine aykırıdır zaten. Dünyaya değer katmak, kendine değer katanların başardıkları bir iştir. Tam da bu nedenle başkasının değerini harcayan, değersiz olduğunu kanıtlar

Hayat: Babalar, kızlar ve karanlık tüneller

Cehennemde yaşayan babaların kızları asla cenneti yaşayamazlar. Mehmet, kızına acı çektirdiği için acı çekmiyor, acı çektiği için kızına acı çektiriyor. Onun da en az Hicran ve bizim kadar kurtuluşa ermeye ihtiyacı vardır

Kuru Otlar Üstüne: Postmodernizme göz kırpmak  

İnsanın psişik yapısının "Gerçek" ile simgesel düzeyleri arasındaki gerilimden, daha esnek bir ifadeyle, kültüre direnen yanı ile kültürel yanı arasındaki gerilimden doğan boşlukla karşılaşsaydık, filmin, insanın karanlık tarafını sorun edindiğinden söz edebilirdik. Gördüğümüz şey, varoluş sancısından, kendini gerçekleştirme mücadelesinin yoğunluğundan, amaç eksikliğinin yarattığı nihilist tutumdan çok ortamın bayağılığına yenik düşmüş kişiliklerin sinik halleridir. Belirsizlik derinlik demek değildir

"
"