08 Mart 2020

Parazit: Kurdunu öldüren ağaç

Film gücünü dahiyane bir paradokstan alır: Güçsüzün güçsüzlüğü, güçlünün güçsüz karşısındaki göreli gücünün de güçsüzlüğüdür

Parazit… Gerek gişe gerekse sanatsal etki açısından yılın en çok ses getiren iki filminden (diğeri Joker) biri… Bu ilgi, felaketlere gark olmuş insanın çıkış arayışının belirtisi midir, yoksa kendi sefaletini seyretmekten aldığı mazoşistçe zevkin mi? Sefalete odaklanan söz konusu iki filme gösterilen ilginin böyle at başı gitmesi, bu soruyu meşru kılıyor, çünkü Joker, güçlülerin zevk arayışının güçsüzlerin dünyasında yarattığı sefaletten bir başkaldırı çıkarırken, Parazit hem sefaleti bambaşka bir bağlamda işliyor hem de ondan bir başkaldırı çıkarmaya yeltenmiyor, hatta bir yenilgi üretiyor.

Parazit; asalak ya da ahengi bozan… Pekâlâ, ama nedir parazit, kimlerdir onu yaratan? Film, egemen dünya görüşünün veya kapitalist sistemin değer-dışı açmazlarına bir ayna mı tutuyor, yoksa aksine onun devamını getiren gizli bir nedene mi işaret ediyor? Hemen şu tespiti yapalım: Filmin sınıflar arasındaki gerilime odaklandığını iddia etmek mümkün değildir. Evet, farklı türden sınıfları temsil eden figürler, kurumlar ve yaşam tarzları mevcuttur mevcut olmasına, ancak bunu sınıflar arası gerilime yormak, ilişkileri fena halde zorlamak olacaktır. Filmin görünüşe getirdiği ailelerin yaşam tarzı arasında devasa bir uçurum bulunuyor, ama ortada onlar arasında vuku bulan bir mücadele bulunmuyor. Filmin meselesi sınıfsal bir meseleden ziyade, bir durum olarak yoksulluk ve yarattığı insan tipi ile yaşam tarzıdır. Bu ayrıma özen göstermekle hem simgesel/toplumsal dünyanın doğasını hem de bu doğanın ürettiği, ama aynı zamanda bu doğayı yeniden üreten insanın ruh halini anlama imkânı yakalarız.

Ortada derin bir karşıtlık ve gerilim bulunuyor. Ve bu, ilk elden yaşam alanı olarak ev ve kamusal alan olarak şehir gibi iki zıt mekân üzerinden kurgulanıyor. Böylece bir kez daha görüyoruz ki, mekân sadece nesnel/fiziksel alana atıf yapmaz, aynı zamanda sosyal, politik ve ahlaki ilişkiler ağı kuran toplumsal bir düzenlemedir. Gelgelelim bu, güçlüler ile güçsüzler arasındaki gerilimli ilişkiyi görünür kılmak için kurgulanmamıştır. Zira burjuvaziyi temsil eden ailenin film içindeki yeri tali ve araçsaldır. Bu sınıfın kıymeti kendinden menkul ilişkileri, başka bir sınıfın ilişkilerinin işleyişini ortaya koymuyor, çünkü yoksulluk bir sınıf değildir. Yoksulları "çokluk" ya da "çoğunluk" kategorisiyle betimleyebiliriz, ama bir sınıf olarak göremeyiz. Zira ne üretim ilişkileri içinde belirgin bir yerleri vardır ne de politik/ideolojik bir görünümleri… Bir sınıf, en nihayetinde şu ya da bu şekilde perspektifsel bir etki taşır, oysa yoksulluk görünmezliktir. Plansız, programsız bir akış…

Bundandır ki film boyunca yoksul Kim Ailesinin hiçbir ferdinin hiçbir politik argümanı ya da hamlesiyle karşılaşmayız. Ve yine bu nedenledir ki, güç araçlarıyla iş çeviren zengin Park Ailesi araç olarak kullanılır. Zira asıl gerilim Kim ile Park Aileleri arasında değil, Kim Ailesi ile onlar gibi yoksul Moon-Gwang ile kocası (Gwang Ailesi diyelim) arasında devreye girer. Evet, ortada bir çatışama var, ama güçlüler ile güçsüzler, zenginler ile fakirler, işçiler ile kapitalistler arasında değil, yoksullar ile yoksullar arasındadır. Zengin Park Ailesi, yoksullar arasındaki gerilimin görünmesine olanak tanıyan bir dolayımdır. Bu yüzden hiçbir sahnede merkezi bir yer işgal etmez, olacak olanın olması için göründükten hemen sonra sahnenin dışına çıkar. Ve fakat, ikincil roldeki Park Ailesi güçlü, Kim Ailesi ise güçsüzdür. Bu durumda, gücü, arzu, yetenek ve becerilerin kullanımı yoluyla etkin olma kudreti, güçsüzlüğü ise pasifliğin yarattığı bağımlık olarak tanımlayabiliriz.

Güçlüler, güçsüzler ve diğerleri

Güçlülerin stratejileri vardır; kişilerle uğraşmazlar, ilkeler, kodlar ve güç aygıtlarını hedef alırlar. Onlara sahip olur, onları kontrol eder, onlarla yol alırlar. Kendi aralarındaki ilişkileri rekabet ve iş birliğine dayalıdır. Güçsüzler, "makus talihlerini" yenmenin mücadelesini vermekten çok, sefaletlerini idare etmeye odaklanırlar. Oyun oynar, kurnazlık yapar, acıma uyandırır, boyun eğerler. İlginçtir ki, kendi aralarındaki ilişkileri kıskançlık ve haset yönetir. Bunların dışında kalanlar, yani şu araf sakinleri ise, sahip olduklarını kaybetmeme, sahip olmadıklarına ulaşma umuduyla yaşarlar. Bunların ilişkilerini belirleyen korku ve hevestir. Suya-sabuna dokunmaya yanaşmaz, dönemin güçlülerine methiyeler düzerler.

Filmdeki ilişkiler bu minvalde yol alıyor. Yoksul Kim Ailesi, bir yandan zengin Park Ailesine, diğer yandan onların hizmetinde olan yoksullara karşı şirazesinden çıkmış hilelere başvurmakta perva tanımıyor. Machiavelli'nin kulakları kötü çınlıyordur; köle de her yolu mubah görebiliyor. Üstelik Park Ailesinin evini kurnazlıkla mesken edinen yoksul Gwang Ailesi şimdi de dünyanın nihai kötüleri ilan ettiği Kim Ailesine şantaj üstüne şantaj yapıyor. Yoksulların hesap kitap tanımaz savaşı kıyamet koparır. Oysa evlerini savaş meydanına çevirdikleri zengin Park Ailesi onları sadece kokuları sayesinde insan beller. Kokularının etki alanları dışında çalışan birer araç olarak mevcutlar, ama kelimenin olağan anlamıyla insan değiller. İnsani niteliklerle kurulmuş ilişkilerin failleri değiller; her birinin bir işlevi vardır, ama hiçbirinin değeri yoktur. İşte bu katı ve kansız ortamı bozan şey şoktur. Yoksulu zenginin nazarında insan kılan yegâne şey şok edici kokularıdır; çekilmez kokuları… İnsan olduklarını hatırlatan koku, aynı zamanda onları insani ilişkiler alanından sürer. İnsan olduklarını hatırlatan şey insanlıklarını kabul edilmez kılar. Ve fakat, buna içerlemeye vakitleri yoktur, çünkü birbirleriyle uğraşmakla meşguller. Güçsüzlerin bütün ilgisi güçlülerin üstündedir, fakat bütün öfkeleri kendi neşeleri önünde engel olarak gördükleri diğer güçsüzlere yönelir. Oysa güçlünün perspektifi güçsüzle uğraşmaya değil, güç enstrümanlarına sahip olmaya ayarlıdır. Gerisi sonuçtur. Bu nedenle zaten daha önce, karşılaşmadan çok daha önce onları ele geçirmişlerdir.

Değil mi ki, Kim Ailesinin her ferdi, Park Ailesinin servetinin geldiği yere muhtaçtır, ona bağımlıdır. Velhasıl bir araca… En olmadık yer ve zamanda bile… Zengin ailede herkes bir şey kazanmak için uğraşırken, yoksulların telefona bağımlılığı fena halde eğreti duruyor. Anlıyoruz ki yoksulluk ekonomik olanak yetersizliğinden fazladır, ruh yoksunluğunu da içerir, değerden düşmüş olmayı da… Ufuk darlığı, kontrol etmede kabiliyetsizlik... Hayalleri olmayınca, başlarına gelen felaketi, yaşama planlı atılımdan görür Bay Kim. Mecalsiz kalmışken sonuca ulaşır; başarmanın yolu, plan yapmamaktan geçer oğul! Seküler kadercilik. Halbuki her şey ortada! Tamam, hayatın planlarımızı beyhude çıkarma olasılığı yüksektir, ama kendini akışa bırakmak da neyin nesidir böyle? Hesaplanabilir neden sonuç ilişkileriyle tasarlanan bir şey olarak planın hayata geçişinde tahmin edilmemiş sayısız etmen devreye girer. Ne de olsa yaşam rasyonel bir projeden fazlasıdır. Doğanın ve tarihin yasal işleyişi ile öznel tasarıların karşılaşmasıyla yürür. Durum böyle, ancak bu hayata dair projelerin askıya alınmasını gerektirmez, çünkü insan öznedir, nesne değil. Planlara laf ederken Kim Ailesinin "reisi" ilk elden haklı gibi görünebilir, ama aslında sorun plandan değil, plan sandıkları hezeyanlar ile yoz ve aşırılaştırılmış isteklerden kaynaklanır. Aşırılık, üstelik her konuda… Eğlenmiyorlar, zıvanadan çıkıyorlar. Arzuları yoktur, istekleri vardır. Ve bu, emek harcama kudretini askıya alır.

Güçsüzün yaşamla ilişkisinin güçsüzlüğün üstesinden gelmek olmadığını en iyi filmin hemen başındaki sahneden anlıyoruz. Şu, Min'in, arkadaşı yoksul Ki-woo'yu kendi yerine Park Ailesinin kızına İngilizce dersi vermesi için önerdiğini söylemek için geldiği sahnede. Min, Ki-woo'yu kendi yerine önermiştir, ama yetenek ve becerileri buna imkân tanıdığı için değil, öyle olması gerektiğine inandığı için. Başkasının "lütfunun" daima kötü bir yazgı hazırladığını o da biz de zamanla göreceğiz. Sahne ilginçtir! Min, gelirken armağan olarak bir taş getirir. Bu, metaforik bir sanat eseri midir, yoksa bir uğur mu? Bilmiyoruz, çünkü yoksul için hiçbir şey o şey değildir. Olsun, yine de armağandır işte, orada bir yerde dursun. Fakat taş; katı ve sert… Armağan sarsılmaz bir bağlılık ve sert bir gelecek taşır. Bir bağdır ki genç ve yoksul Ki-woo'nun peşini bırakmayacaktır. Ve nihayet fırtına kopup her şey toz duman içinde kalırken, hasım olarak belirlediği diğer bir yoksulu öldürmek için kucağına alıp bodruma taşıdığı taş ölümcül bir darbe olarak kendi kafasına iner. Alın yazısı alnını dağıtır.

Kokanlar ve kaçanlar

Güçsüzün duygusu hınçtır. ‘Hınç insanı' kendisiyle değil, başkasıyla uğraşır. Sefaletinin nedenini zayıflığında görmez, zayıflığının nedeni olarak başkasını arar. Bu yüzden öfkelenir, hasetle dolar, kin besler. Gelgelelim zayıftır; bu duyguları doyuramaz, bastırır. İşte hıncı bu bastırılmış duygular doğurur. Mutlak yıkım. Haliyle hangi hileyle kimi zehirlerse zehirlesin, en sonunda bir akrep gibi ağılı iğnesini kendine sokar. Doğum günü partisi ne harika bir sahnedir öyle! Şenlik yaratmaya muktedir olmayan bir perspektif eğlence yaratamaz. Etraf kan revandır. Ama işte, Bay Kim'in aklına bütün o hengamenin içinde Bay Park gelir. Burada toplumsal ahlakın gizlediği bayağı bir hata gizlidir. Bir zihin neye odaklanmışsa, gözler onu görür. Kızı ölmüştür, oğlu ölümcül yaralıdır, karısı öldürülmek üzeredir, ama o kolunu, Bay Park'ı öldürmek için kaldırır. Neden peki? Eski hizmetli Moon Gwang'ın kocası Bay Kim'in karısını öldürmeye çalışırken kendisi ölür ve Bay Park kadını kurtarmak için üstteki ölü adama el atar. Yıllardır bodrumda kir-pas içinde saklanan adamın -muhtemeldir ki buna karışan kadının da- kokusuna dayanamayan Bay Park burnunu tıkar ve uzaklaşır. Kıyamet kopmaktadır, ama küçük bir artçı sarsıntı yoksulu beyninde vurur. Park Ailesi, Kim Ailesinin rahatsız edici kokusundan birkaç kere söz etmiştir ve şimdi bu hamle bunu Bay Kim'e hatırlatır. Çok ilginç! Onuru, onurunun zedelenmeyeceği yerde zedelenir. Oysa kokuya dayanamamak neden değildir, kokunun dayanılmaz olması nedendir. Ve Bay Kim ile Bay Gwang kötü kokuyorlar. Ortada zedeleyici bir şey varsa şayet, bu, kokunun kendisidir, kokunun yarattığı rahatsızlık değil. Sahne konuşsun: Yoksulun değer bilinci yoktur, onu yıkıma götüren toplumsal ahlaktan beslenen sloganları vardır. Nietzsche ve Max Scheler el ele verip harika tanımlamışlar: Hınç, zihnin kendi kendini zehirlemesidir. Bu nedenle bodrum aslında simgesel olarak mekândan çok, çukura atıf yapar. Mezar gibi bile iş görmez, çünkü mezar bağımlılığın yokluğudur. Mezarsız zayıfların çukurları vardır ve ölümleri kendi çukurlarında olur. Filim boyunca tüm yoksulların hareket alanı aynı çukurun etrafında dönüp durur. Demek ki yeri deşme eğiliminin değil, yükselmek için kanatlara sahip olma arzusunun peşine takılmak…

Güçsüzlerin hallerinin arkasındaki kötücül neden olarak ille de güçlülerin gücünü yerleştirme hevesi, izleyicinin filmi seyretmesine mâni olmakla kalmaz, aynı zamanda zaten inandığı yargıyı ona yüklemeye zorlar. Mesele film aracılığıyla yaşamı seyretmekse şayet, gözlerimizi kör edip, kamera aracılığıyla bakmak zorundayız. İşte o zaman "yamuk bakmanın" gücünden yararlanmaya başlarız. Zira filmde iyilik ve kötülük mevzuunda önemli bir ayrıntı gizlidir. Bin bir hileyle mesken edindikleri evde eğlendikleri o gece, başkalarının acılarına duyarlı olma konusunda oğluna nasihat veren babaya, sanat terapisti rolünü çalan kızı son derece sert çıkar. İddiası şudur: Yoksul, başkasının halini düşünemez. Bu önemli bir tespittir. Yaşamın dertlerine her konuda yenik düşenden, başkasının acılarına karşı hassas olması beklenemez. Dahası küçük bir kazanım uğruna başkalarını kullanmak için fırsat üstüne fırsat kollar. Kim Ailesi de zaten böyle yaşar. Ancak Park Ailesi fertlerinin, özellikle evin hanımının "çok iyi" olduğunu düşünürler. Ne ki onların "iyiliğinin" zenginlikten geldiğine inanıyorlar. İyi oldukları için zengin değiller, zengin oldukları için iyiler. Yoksul bir aile, ama Aristotelesçi bir aile! Meseleyi ve mantığını kavramışlar, ama bu durumu yaratmaya mecalleri yoktur.

Kandıranlar ve kananlar

İşte, birçok şeyin nirengi noktası tam da bu yaklaşımdır. Yoksulun, başkasının acısını düşünmeye mecali yoktur. Bunu söylemekten çekinmenin kimseye bir getirisi olmaz. Belki pek zarifçe değildir, ama hakikatlidir. Toplumsal ahlakın hilesine yenilip yoksulluğa karşı romantik bir tutum almak, merhamet görünümü altında onu sahiplenmek çok daha büyük bir güçsüzlük yaratır. Üstelik güçsüzün zaaflarının arkasında özce yaşama arzusuna kasteden toplumsal ahlak bulunur. Durum böyle, fakat zenginlerin iyi olduğu söylemi, film açısından sadece toplumsal bir tespittir. İyiliği hayır-işlerlikle özdeşleştirir. İyilik, etik anlamda iyilik, değer yaratmak ve korumaktır. Zenginlerin, zaten bol kepçe dağıtacak kadar çok paralarını ufak tefek şeyler konusunda yoksullara yardım için kullanmaları bir değer değil, en iyimser yaklaşımla hayırdır. Ve hayır, değer düşürücüdür; yani kötü… Zira hem zayıflığı daimileştiren ortamı besler hem de bağımlılık ve bağlılık yaratan minnet duygusunu devreye sokar. Şükür ki, Bay Park son sahnede durumun böyle olduğunu bütün açıklığıyla kanıtlayan bir hamle yapar. Oğlunu eğlendirmek için Bay Kim'i palyaçovarı bir Kızılderili kılığına sokarken, buna gönlü razı olmayan adama, tüm zarif ve nazik görünümüne rağmen, aşağılayıcı bir edayla, mesai ödeyeceği için yapılanı iş olarak görmesini emrederek, hiçbir şeyin sanıldığı kadar iyicil işlemediğini gösterir. Demek ki toplumsal ilişkiler ağının içinde aslolan hayır değil, adalettir. Adalet eşitlik yaratmaz, ama eşit olmayanlar arasına bir değer alanı yerleştirir. Burjuva zenginliği bir yandan hayır yoluyla yoksulluğu beslerken, bir yandan da hayırdan egemenlik devşirir. Dahası var! Para, efendilik haklarını garantiye aldığı kişinin ruhuna budalalık zerk eder. Burjuva zengini, başkasını araçsallaştırdığı an kendini de kullanıma açar. Kanmaya son derece müsaittir, çünkü üretim araçları arasında yaşar, insanlar içinde değil. İnsana yabancılaştığından, yetenekleri ortalamanın altında olan birinin bile yutmayacağı sayısız hile ve yalana kanmaya hazırdır. Yalan, eğer toplumsal ahlak ve yaygın ideolojinin baskısından korunmak için söylenmemişse, -meşru olan bu yalana varoluşsal yalan diyelim- her halukârda bir yoksunluk belirtisidir. Yalan söyleyen, yaratıcı ve dayanıklı ruh kudretinden yoksundur, yalana kanan ise, insanlarla doğru değerlendirme temelinde ilişki kurma becerisinden… Bundan böyle hiç kimse sahip olduğu niteliklerle hayatın içinde olmayacaktır, herkes olmadığı şey olarak yaşayacaktır.

Bu harikulade kurgu, yoksulluğun açmazlarına odaklanan tespitleri zenginliğe yapılmış methiyelere yormaya asla izin vermez. Filmin böyle bir derdi yoktur. Mesele, güç ve güçsüzlüğün yarattığı yaşam tarzları ve bunun insanların bilinç ve bilinçdışı dünyalarına etkileridir. Demek ki kimse masum ve güvende değildir. Güç ve güçsüzlük toplumsal mecrada sadece göreli bir olanağa atıf yapar, kesinlikle daha fazlasına değil. Yoksul, yaşam imkanları bağlamında zenginden daha güçsüzdür ve zengin, yaşam olanakları bağlamında yoksuldan daha güçlü. Hepsi bu! Gelgelelim tam da böyle bir yerde konumlandığı içindir ki güçlünün gücü nihai bir güç değildir. Ötekinde heves yaratabilir, ama yaşamı çekip-çevirme kudreti taşımaz. Nitekim, güçlü Park Ailesinin tüm felaketi güçsüzlerin hamlelerinden gelir. İşler ters döner; sanki hayatın iplerinin ucu güçlü Park Ailesinin değil, güçsüz Kim ile Gwang Ailesinin ellerindedir. Onların kararları, planları, eylemleri gidişatı belirler. Bu son derece önemli bir ayrıntıdır; çünkü kimsenin yaşamı sadece onun olanaklarına bağlı değildir, çünkü kimsenin yaşamı dünya yurttaşlarının birlikteliğiyle seyreden bir yaşamda diğerlerinden yalıtılmış değildir. Simgesel dünya, kültürel/toplumsal dünya anonim bir şekilde inşa edilen bir yaşam mecrasıdır. Mekân bütünse, hiçbir köşe özerk olmayacaktır. Kim Ailesinin derme-çatma evi ile Park Ailesinin ihtişamlı villası, banliyöler ile saray mecraları, kenar mahalleler ile şatoların yüksek mevzileri… Görmüyor musunuz? Bakın, her yer her şeye açık! Bundadır ki film gücünü dahiyane bir paradokstan alır: Güçsüzün güçsüzlüğü, güçlünün güçsüz karşısındaki göreli gücünün de güçsüzlüğüdür.

Yazarın Diğer Yazıları

Hayat: Babalar, kızlar ve karanlık tüneller

Cehennemde yaşayan babaların kızları asla cenneti yaşayamazlar. Mehmet, kızına acı çektirdiği için acı çekmiyor, acı çektiği için kızına acı çektiriyor. Onun da en az Hicran ve bizim kadar kurtuluşa ermeye ihtiyacı vardır

Kuru Otlar Üstüne: Postmodernizme göz kırpmak  

İnsanın psişik yapısının "Gerçek" ile simgesel düzeyleri arasındaki gerilimden, daha esnek bir ifadeyle, kültüre direnen yanı ile kültürel yanı arasındaki gerilimden doğan boşlukla karşılaşsaydık, filmin, insanın karanlık tarafını sorun edindiğinden söz edebilirdik. Gördüğümüz şey, varoluş sancısından, kendini gerçekleştirme mücadelesinin yoğunluğundan, amaç eksikliğinin yarattığı nihilist tutumdan çok ortamın bayağılığına yenik düşmüş kişiliklerin sinik halleridir. Belirsizlik derinlik demek değildir

Aşk (Her): Sinemanın gör dediği…

Sevenin, kalbinin bir köşesinde başkasına da küçük bir yer ayırması, sevilene kendi yerinin işgali olarak görünür. Bundandır ki, bütün toplumsal ahlaklar bol kepçe servis ettikleri sevginin kefaretini ötekine nefretle ödetirler. Her ahlak şu ya da bu şekilde sevgi buyurur, fakat hepsi de onay verdikleri insan tipine benzemeyi şart koşar