Büyük yönetmenlerin ortak özelliği, genel kabulleri estetize edip yeniden dolaşıma sokmak değil, yaygın ideolojik sloganlar altında görünmezliğe terk edilmiş insani gerçeği çekip çıkarmaktır. "Tanrıyı güldürmek istiyorsanız, ona planlarınızdan söz edin!" Paramparça Aşklar ve Köpekler filmindeki bu replik Iñárritu sinemasının temel motivasyonudur. İnsanın kırılganlığına tutulmuş en berrak argüman. Bu tespiti mistik görünümünden uzaklaştırıp felsefi-metafiziksel bir hale getirmek, meramını daha iyi anlamamıza yardım edecektir. İnsanın beklentileri ile yaşamın seyri arasında her zaman bir uyumsuzluk mevcuttur. Bunun üç nedeni vardır; yaşamın doğa yasalarının işlediği bir mecrada geçmesi, her insani eylem ve etkinliğin girift bir simgesel/toplumsal ilişkiler ağına tabi olması ve nihayet kişisel varoluşun başkalarının yapıp-ettiklerinin etkilerine açık olması. Trajik haller ile neşeli zamanlar, hayal kırıklıkları ile büyük başarılar bu nedenlerin karşılaşmasının eseridir.
Trajik durumlar ile hayal kırıklıkları… Bunlar zamanı satın alır. Bundan böyle zamanın nasıl akacağını bir süre onların yarattığı etki belirleyecektir. Bu süreçte olup-bitecek şeyleri kestiremeyiz, fakat yaşama müdahil olma gücümüzün sınırlarını görebilme imkânı yakalarız. Gelgelelim varsa bir gücümüz, onu verimli kullanmak için olanları anlamamız gerekir. Ve anlamak mesafe gerektirir; uygun bir mesafe, ayarlanmış bir mesafe… Fazla yakın olanla meşgul oluruz, çok uzak olana ilgisiz kalırız. Anlamak, meşgul olmak ile kayıtsız kalmak arasında konum almaktır. Yakınlık ile uzaklığı askıya almak, bilişsel bir mesafe yaratmaktır. İşin sırrı, ölçüyü kaçırmamıza neden olan simgesel/toplumsal taleplerle aramızı açmaktır.
Çerçeve ve mesafe
İşte bu, yani mesafeyi ayarlamak sinemanın asli işidir. Ve sinema bu işi, çerçeveye alma hareketiyle yapar. Sinematografik olarak çerçeve, Deleuze'un ifadesiyle, "imgenin içinde mevcut olan her şeye" atıfta bulunur. Öyleyse kameraya, imge yaratan enstrüman diyebiliriz. Kadraja almak, doğası gereği imgesel bir müdahalede bulunmaktır. Bu, sadece sinemanın dilinin değil, aynı zamanda estetik gücünün de zeminidir. Sinemanın estetik-dili, bilişsel mesafe yaratmaya ayarlıdır. Haliyle çerçeve, bilgisel bir iş üstlenir; yaşamak ile bakmak, meşgul olmak ile seyretmek, yaşantı ile anlam arasındaki sınırı temsil eder. Çerçeve, bilincin gözüdür.
Bir şeyle aramıza mesafe koymak, onunla yaşantı düzeyinde meşgul olmaktan uzaklaşıp, bilinç düzeyinde yakınlaşmaktır. Olanlarla yaşam bağlamında cebelleşmekten çok, olanları anlamaya çalışmak… İşe Yarar Bir Şey, mesafe ayarlama konusunda fazlasıyla sofistike bir iş çıkarır. Pelin Esmer, ilişkileri kurgulama tarzıyla, ilkin dünya içinde olma deneyimleri ile anlama edimini birbirinden ayırır, sonra ikisini yeninden bir araya getirir. Böylece, bir yandan yaşayanlar ile anlamaya çalışanlar, öte yandan yaşayarak anlayanlar aracılığıyla dünyanın çok boyutlu hali, insan varoluşunun çok yönlü seyri görünmeye başlar.
Seyirci, hem karakterler sayesinde yaşamı deneyimlemek ile yaşamı anlamak arasındaki ayırıma tanık olur hem de yaşantılarını askıya alıp dünyayı seyreder. Film bitince, seyirci yaşam dünyasına dönüp insan olma haline kaldığı yerden devam edecektir. Evet ama, önemli bir değişiklikle... Filmin insan ruhunda bıraktığı etki, yaşam ve insanlık halleri üzerine dingince düşünme edimini tetikler. Böylece, yaşam içindeki deneyimler ile yaşama dair bilinç serüvenine eşzamanlı tanık olunur. Sinema hem eylem ile düşünce arasına sınır çeken hem de aynı sınırı yıkan bir seyir deneyimi yaratır.
Dünyaya bakmak
Koca dünya, bütün yaşam bir tren aracılığıyla çerçeveye alınır. Trenin pencereleri birer kamera gibi iş görür. Leyla (Başak Köklükaya) ve Canan (Öykü Karayel) trene binerken, aslında dünyanın dışına çıkarlar. Böylece, dünya ile aralarına giren mesafe, düşünceye engin bir alan açar. Bu iki kadın dünyayı seyrederken, seyirci de onların dünyayı seyredişlerini, dolayısıyla dünyayla birlikteliklerini seyreder. Akıl, varlığı temaşa etmektedir. Seyretmeyi seyretmek, seyretmekten düşünmeye geçişi seyretmek… Seyretmek ile düşünmeyi bir araya getiren yaşantıyı seyretmek, nihayet bütün bunları bir arada düşünmek… Tren onlar için dünyayı çerçeveye alırken, kamera, seyirci için onları dünyayla birlikte çerçeveye alır.
Bu ilk büyük hamle harikulade işler. İki kadının gözünden, dünyanın ve yaşamın hallerine tanık oluruz. İşte ilk görüntü? Ne ki pek de sevimli görünmez. Bakın, barışsız kalmış dünya neşesini yitirmiştir; çünkü insan arzusu korsanlık bir hal almıştır. Öyleyse çirkin bir ideoloji her tarafa egemendir. İnsan ruhuna neşe katan, yaşama sevinci aşılayan arzu, Leyla'nın yüzündeki aydınlıktır. Ve devamı gelir... Doğanın estetik bir mecraya, romantik bir kaynağa dönüştüğü anlar; gecenin, insanları kovup, ışıkları dansa kaldırdığı anlar; şehirlerin sessizleştiği, var olanların toplumun kodlarından yakasını kurtardığı anlar… Velhasıl izlediğimiz, şeylerin kendi haline kalışlarının resmigeçididir.
Ve fakat, her şey bu kadarla sınırlı değildir. Kalabalık anlamsızlıktır ve insan mutlak yalnızdır. Koca dünya sessiz sedasız dönerken, insanların kişisel hamleleri ortalığa dökülür. Ayakta kalmakta güçlük çekenler, anın keyfini çıkaranlar, kullananlar, kullanılanlar, mücadele edenler, çirkinlik yaratanlar, olanı güzelleştirmek için çabalayanlar, doğanın yasasına karşı kendi benliğini koyanlar, kabul görmek için çırpınanlar… İnsan, bütün hal ve ahvaliyle insan, işte oradadır.
Duygu ve düşünceleri görmek
Leyla ile Canan, çerçevenin içinde yeni çerçevelere girerler. Olan, büyük çerçeve içinde küçük çerçeveler çizmektir. Trenin kapıları, kapı aralıkları ve iç pencereler bu konuda bulunmaz birer nimettir. Bu iki kadının birbirlerini anlamalarını bunlar mümkün kılacaktır. Birlikte değiller, birbirlerinin karşısında konum alırlar. Birlikte-yaşamak daha sonra devreye girecektir. Bundan böyle süreç, duygu ve düşüncelerin üstündeki perdeyi aralayacaktır. Leyla, Canan'ın kırık-dökük duygularını görür, toplumun tezgahından geçmiş aklını okur; Canan ise, Leyla'nın iç dünyasının derinliğinde kaybolmaktan korkar. Dış dünyanın dışına çıkma, iç dünyaya yolculuk serüvenini başlatır. Kamera şöyle konuşur: İnsan, görünmeyen şeydir.
Peki ya çerçeve kırılırsa? O zaman dekorlar yıkılacaktır. İşte bu hamle, sinemanın estetik sırrına ışık tutar. Film aracılığıyla sinemayı tanımlamak… Sinematografik bakışın gücü kendine bakabilmekten gelir. Trenin bozulması, Leyla ile Canan'ı gerisin geri dünyaya gönderir. Görme ve düşünmenin yerini, yaşama katılmak alır. Bilginin öznesi sahneden çekilirken, meydan eyleyen özneye kalır. Biraz önce birbirlerini araştıran birer kaşifken, şimdi birlikte mücadele eden iki ortaktırlar. Büyük çerçevenin kırılışı bir ara halkadır. Trenin duruşu, dünya içinde olmanın yalın halini hatırlatmakla kalmaz, sinemanın bilgeliğine de atıf yapar. Üstelik iki durum birbirini destekler. Sinematografik dünya yaşam dünyasını, yaşam dünyası sinematografik dünyayı görmemize olanak sağlar.
Yaşamak ve düşünmek
Gelgelelim, yaşam dünyasına katılmak bu kadar kısa sürerse, düşünce amacını yitirir. Dünyaya dair bilinç, dünya içinde olmak içindir. Sadece düşünmeye, sadece teoriye, sadece anlama edimine odaklı bir yaşam mümkün değildir. Bilişsel mesafeyi eriten varoluşsal deneyimler, düşüncenin hareketinin yavaşladığı zamanlar mutlaka gelecektir. Eylemin aciliyeti vardır; çünkü dünya insanın yakasına yapışır. Trenin İzmir'e varışı, büyük çerçevenin kaldırılmasıdır. Canan ile Leyla, doğanın, simgesel/toplumsal yapının ve diğer insanların devreye girdiği çok boyutlu ilişkilere maruz kalan birer kişi olarak yapabileceklerini yapmaya çabalar.
Dünyayı bir bütün olarak çerçeveye alma devri kapanmış olabilir, ancak dünya içinde yeni çerçeveler karşımıza çıkacaktır. Zira düşünme ediminin uzun vadeli el çektiği bir yaşam da mümkün değildir. İşte, yeni bir çerçeve: Yavuz'un (Yiğit Özşener) evinin penceresi. Bu genç adam, çerçevenin sınırladığı dünyanın dışında konumlanıp yaşamı askıya almıştır. Bedeni hareketsiz kalınca, zamanını düşünmekle geçirir. Ne ki, düşünceleri yaşamı anlamaya değil, bitirmeye ayarlıdır. Canan böyle bir düşünceyi eyleme dökmek üzere yola çıkmıştır.
Ve fakat, insanların hesapları küçük, yaşamın olanakları sonsuzdur. Leyla çerçeveye bir armağan gibi kendiliğinden dahil olur. Bu kadının dokunuşunun tılsımı, adamın yaşam karşısındaki konumunu değiştirince, hazırlanan planın işe yaramazlığı görünmeye başlar. Yavuz yaşamı yaşamıyor, sadece seyrediyordur. Bu, bilişsel bir mesafe yaratmak değil, bütün mesafeleri yok etmek demektir. Sinema seyircisi olmanın kazanımı burada belirir. Sinema açısından seyretmek, yaşama hazırlanmaktır; seyirci olmaktan çıkmak için seyretmektir. Bu yüzden, iyi sinema seyircisinin dünyayla bağı kesiktir. Haliyle film bitmezse, ne yaşamın değeri kalır ne de sinemanın hikmeti... Sinemadan sonra yaşama ve düşünme, düşünerek yaşamaya; düşünme ve görme ise, düşünceyle görmeye dönüşür.
İşe yarar bir şey, işe yaramaz çok şey
Canan ile Yavuz'un, yaşamın canına okumak için birbirlerine verdikleri randevunun gerisinde, insana yabancı toplumsal kodlar, yaşamı zedeleyici politikalar, hesapçı insanların elbirliğiyle kurduğu bir dünya bulunur. İnsan olmak, yaşam için emek harcamak; hemşire olmak, yaşamın devamına hizmet etmektir. Gel gör ki, Canan ile Yavuz açısından yaşamak, yükümlülükleri ihlal etmekle uğraşmaktır. Bugüne kadar öğrendikleri, ancak bu kadarına yetiyormuş. Aristoteles'in sorusu ne kadar da önemliymiş! İnsanın işi nedir? İnsan, ne yaptığı için insandır?
Leyla, arkadaşlarıyla buluşmak üzere çıktığında, egemen düşünce tarzını -ya da tini- çerçeveye alır. Yemek masası, hâkim insan görüşünün, çağın insan tipinin taşıdığı ruhun çıktığı sahnedir: Yapmacıklık değil, bayağılık… Yavanlık, yani işe yaramazlık şimdi asli insani haldir. Etrafa yayılan havaya bakılırsa, canlı olmak ile yaşamak arasında önemli bir fark vardır. Ve bu, Leyla ile diğerleri arasındaki farktır. Herkes toplumsal bir proje, ideolojik bir kalıptır. Zira hiçbirinin canına şiirin soluğu karışmamıştır. Masanın bizzat kendisi lekedir, Leyla ise geriye kalan…
İşe yarar her şey, ilkin işe yaramaz şeylerin enkazını kaldırır. Yavuz'u ellerinden tutup yeniden yaşamın içine çeken şey, Leyla'nın şiirin yardımıyla ulaştığı güçtür. Doğanın Yavuz'a verdiği can, şiir ile tine dönüşür. İşe yarar şeyler, işe yarar insanlar yaratır. Leyla'nın dudakları arasından dökülen şiirsel sözler, Yavuz'un bakışının yönünü değiştirir. Dışarıdan içe yönelmek; yani içgörüye ermek… Leyla'yı Leyla yapan şiir aslında bir çerçeve gibi iş görür. Buradan bakışa takılan insan tininin güçlü yanıdır. Yavuz artık tinin harekete geçişini temsil eder. Beden hareketsiz olabilir, ama düşüncenin hareketi göz kamaştırır.
Şiirden beslenen sinema, para ve unvan için avcı yetiştirmeye ayarlı eğitimin işi değildir. Sanattan beslenememiş kurak bir ruhun harekete geçirdiği bedenin dışarıda olmasının hiçbir hikmeti yoktur. İşe yaramaz şeylerin dünyayı sarıp sarmalamasının nedeni budur. Ve işe yaramaz insanların işi, işe yarar şeylere işe yaramazlık damgası vurmaktır. Yaşamın aleyhine olmak..!
İşe Yarar Bir Şey, sinema yapmanın bilişsel hali ile yaşama dair bilişsel süreci eşzamanlı devreye sokan bir filmdir. Başka bir deyişle, yaşamı sinematografik olarak işlerken, sinemanın sanatsal kimliğine dair bir görü oluşturur. Sinema yaparken sinemanın teorisini işlemek ya da sinemaya dair teorik adımları görünür kılarak film çekmek… Filmin kendisinin bir çerçeve gibi iş görmesi ile film içinde çerçeveler kurmak güçlü bir bilişsel edim başlatır. İmgenin gücü katlandıkça katlanır. Schopenhauer'un sanat kuramından esinlenerek ifade edersek, film, seyirciyi bilmekten gayri bir şeyle ilgilenmeyen saf bilen özneye dönüştürür. Film bitince, yaşam başka bir şekilde devam eder.