Türkiye ekonomisi 2002 – 2008 arasında çok olumlu bir küresel konjonktür yakaladı. Para boldu ve düşük faizle, uzun vadeli borç bulmak, vadesi gelen borcu daha iyi koşullarda çevirmek mümkündü. Bunun için kırk takla atmanız gerekmiyordu. Bu konjonktür bitti. Şimdi herkesin kendine çeki – düzen verme zamanı.
Ülkemizde iki temel yapısal sorun var. Bunlardan birisi cari açık diğer özgürlükçü demokrasi sorunu. Geçen hafta Diyarbakır’da 13 askerimizin ve 7 PKK’lı (muhtemelen) yurttaşımızın hayatını kaybettiği terör olayı dâhil, son 10 yıl içinde meydana gelen benzer çatışmalara konu sorunların ve taleplerin kökeninde bu iki yapısal sorun var.
İşsizlik çok önemli bir sorun. Son 10 yılda ülkemizde kişi başına gelir epey artı; ama, adaletsizlik çok daha fazla artı. 2009 verilerine göre nüfusun en zengin %20’si itibariyle kişi başına düşen gelir, kalan nüfusun kişi başına gelirinin 8.5 katı. Şu anda Karadeniz dâhil ülkenin batısında kişi başına düşen gelir, doğusundakinden 2 kat daha fazla. 2008 yılında OECD rakamlarına göre Türkiye gelir dağılmı adaletsizliği bakımından sondan ikinciydi. Halen öyle!
Maalesef ülkemizde sosyal kodlar çok hızlı değişti ve yenileri de hiç koruyucu değil. İnsanların kendi aralarında kendi buldukları yollarla çözdükleri sorunlar, kodlarımız değişince ortada kaldı. Normal hayatın akışına göre bu tür sorun çözme yollarını kurumların ve müesseselerin alması beklenir. Ama olmadı, hemen olmuyor. O nedenle ülkemizde insan ilişkileri çok acımasızlaştı. Kurumlarımız, yakını – torpili olmayanı çok eziyor, adam yerine koymuyor!.. Sistem, hak – hukuk, yasa önünde eşitlik, iyi muamele, temel yurttaşlık haklarına saygı vs. konusunda yeterince güvence vermiyor. Acımasızlık ve hakkaniyetsizlik artıkça insanlar güç odaklarına, cemaatlere, PKK’ya, şuna – buna itibar ediyor ve sırtını yaslıyor. Biz de sayıları artan bu güç odaklarına zaman zaman sivili toplum kuruluşu muamelesi yapıyoruz. Bunun esasen derin devletten hiçbir farkı yok. Eskiden de karanlık “devlet” güçlerine yakın olmaya çalışıyordu sahipsiz yurttaşlarımız, şimdi de öyle. Bu durum doğuda da böyle, batıda da. İşlev itibariyle türban neyse, PKK bayrağı da odur, K. Atatürk imzası da...
Daha önceki yazılarımızda, yaşadığımız olumlu konjonktürün geçiciliğinden defalarca dem vurmuştuk. Çünkü bu olumlu konjonktür her iki yapısal sorunla da ilgili olarak cesur adımlar atmak için çok yardımcıydı. Ancak biz, bu yapısal sorunlara uzun vadeli köklü çözümler getirmek yerine seyirci kalmayı tercih ettik. Özgürlükçü demokrasi yerine, demokrasi mücadelesini, askerin ve yargının yürütmenin işine karışmaması olarak algıladık ve mücadelemizin ufkunu münhasıran bu belirledi. Çünkü değişimin dinamiği ve ufku cılızdı. Türk solu da bu gelişmeyi Kopenhag kriterlerine uyum diyerek lüzumundan fazla alkışladı. Yeni yeni itiraf ediliyor ki ümit kesilmiş.
Geçen hafta “AB Bakanlığı’na gerek var mıydı?” diye bir yazı yazdık. İki gün sonra Credit Suisse, müşterilerine bazı yatırımcıların Euro bölgesinin dağılması olasılığını açıkça değerlendirdiklerini duyurdu. Sonra Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle geldi ülkemize. Malum, son iki dönem başkanlığı sırasında yeni hiçbir fasıl müzakereye açılmamış; ama fol yok –yumurta yokken AB Bakanlığı kurmuş yeni bir hükümet var ortada. Şaka gibi yani! Dahası, 2012’de Güney Kıbrıs AB dönem başkanlığını alacak. Ziyaretler yaptı Füle. Basın özgürlüğü falan konusunda. Ahmet Altan dahil, hepimizi mutlu eden güzel de demeçler verdi.
Peşi sıra, “Türk tarafından Avrupa Birliği üyeliğine muhtaç olduğumuza, AB üyeliğinin tek hedef olması gerektiğine; AB üyeliğinin Türkiye’nin sürdürülebilir ekonomik büyümesi ve demokratikleşme süreci için temel referans noktası olduğuna” dair demeçler geldi ve köşe yazıları çıktı.
Bu arada, tek taraflı olarak kendimizi aynı dünyanın insanları olarak gördüğümüz ve “ülküsel” dünya tasarımımızla ilgili partnerimiz olarak kabul ettiğimiz Füle’ye, “büyük” laflarımızın peşi sıra, “ABi şu bizim vize işine de dönünce bir el atsan!” diye fısıldayıverdik!
“İşte ben buna hayatın gerçeği” derim.
Şimdi size bir soru: Peki bu adam ayrılırken ne dedi?
“Çok büyüksünüz, sizi sindirmemiz zor!”
İkinci bir soru daha: Dedi mi, demedi mi?
Maalesef bu da hayatın bir gerçeği.
Özgürlükçü demokrasi halkın içinde olarak, onun gündemini yerinde ve zamanında okuyarak, halkla birlikte ve onun isteğiyle olur. Onun desteğiyle hayatta kalır ve onun katılımıyla gelişir, büyür…
Demokrasi mücadelesinin dinamiğinin merkezi dışarısı olamaz. Ne zamanında SSCB oldu, ne de şimdi AB olabilecek! Demokrasi ve medeniyet dayatmayla olmaz. Taklitle hiç olmaz. O bir ARGE işidir. ARGE işi özgündür ve daha da önemlisi sivildir. ARGE’ci hem vizyon sahibi olmak, hem de halkın içinde olmak (makinelere, operatörlere, yağa kire –pasa) yakın olmak zorundadır. Tıpkı Mustafa Kemal gibi. (Evet, o da sivildi.)
Mevzuat ithal ederek, müessese taklit ederek, söylenenleri, bizden istenenleri kurumalara monte ederek, AB temsilcilerinin beylik laflarına itibar edip oturarak olmaz.
Medeniyet taklitle olmaz, sadece parayla hiç olmaz. Olsaydı bugün Katar bir batı ülkesi olurdu.
Konumuza dönelim: Olumlu konjonktürü iyi değerlendirmemenin çok önemli ekonomik maliyetleri oldu. Bu maliyetlerin başında işsizlik gelir. Üzgünüm ama daha büyükleri de yolda.
Geçen hafta tekrar duvara toslamayalım diye dikkatli olmamız gerektiğine vurgu yapan üç yazı yazdık. Sayın Babacan da konjonktür değişikliğinin farkında ki “2008 yılından daha kötü bir kriz olabilir diye kurumlarımızı uyardık” dedi.
Lafı daha fazla uzatmadan ülke notumuzun değerlendirilmesinde nelerin dikkate alındığına dair birkaç gerçeğin altını çizelim.
Derecelendirme kuruluşları siyasi istikrarı çok önemsiyor. Bir ülkede siyasi istikrarı ölçmek çok zor! Sanıldığı gibi tek başına iktidar siyasi istikrarı garanti etmiyor. Kuvvetler ayrılığı, demokratik haklar, basın özgürlüğü falan, daha bir sürü konuda standartlarınızın yüksek olması, saygılı ve tahammüllü olmamız gerekiyor.
Çünkü artık yatırımcı derin devletteki bağlantılarına güvenerek yatırım yapmıyor. Darbecilerle kurduğu geçici ilişkilere itibar etmiyor. Yatırımcı; artık parasını verdiği ülkede demokrasi istiyor, hukuk devleti istiyor, kaliteli mevzuat istiyor, iyi yönetişim istiyor… Adamlar herkesi susturan tek başına iktidarı siyasi istikrar olarak görmüyorlar. O eskide kaldı. Çünkü a zamanlar borcu ABD veriyordu. Lafını dinleyeni iktidar yapıyor, dinlemeyeni askeri darbeyle aşağı indiriyordu. Artık paradigma değişti. Darbeyi önlemek için AB sigortasına ihtiyaç kalmadı.
Derecelendirme kuruluşları siyasi istikrarı ölçerken Dünya Bankası’nın yönetişim indikatörlerini kullanarak oluşturdukları endekse bakıyor (World Bank Political Stability Index).
Ülke notunuzun bir üst basamağa çıkarılmasında mevzuat kalitenizdeki iyileşme de dikkate alınıyor, devletin etkinliği de, hesap verme mekanizmalarının sağlıklı çalışması da, hukuk devleti de, rüşvetle mücadele de.
Gelelim iki temel yapısal soruna. Cari açık sorunu bugünün sorunu değil, 30 yıllık bir sorundur. Kürt vatandaşlarımızın çok daha fazla hissettiği özgürlükçü demokrasi sorunu da öyle.
Her iki sorun da cesur adımlar atmayı gerektiriyor. Plansız – programsız olursanız, kısa vadeli politikalarla uzun vadeli politikaları içiçe ve zamansız kullanırsınız; semptomları yok etmeyi tedavi sanırsınız.
Her iki sorun için de cesur adımlar atmak, paranın bol olduğu dönemde daha kolaydır. Ancak paranın bol olduğu dönemde problemleri görmezden gelme eğilimi başlar. Çünkü semptomlar yok olmuştur ve siz likidite bolluğunu ebedi sanıp uyuşarak kendi aleminize dalmışsınızdır. Sorunlarla uğraşmak yerine, ne kadarı sizin başarınız ne kadarı konjonktürel önemsiz; halkın da takdir ettiği başarılarınızı tadını çıkarmak daha kolay gelir. Ancak sorunlar oradadır ve büyük ihtimalle de derinleşmeye başlamıştır.
Daha önceki bir yazımızda, demokrasiyle ilgili atılan adımları daha da ileriye taşımak ve başa dönmemek için likidite uyuşmasından kurtulup, gerçeklerle yüzleşmenin zamanı geldi dememizin nedeni buydu.
Sanırım burada bitirsem iyi olacak.