Malum, kalitesiz büyüme sorun yaratıyor. Çünkü büyüdükçe cari açığımız artıyor ve finansman sorunu yaşıyoruz.
Majör yabancı merkez bankalarının yarattığı döviz bolluğu halen devam etmesine rağmen, azalan likidite nedeniyle cari açık biraz yükselince, TL üzerindeki baskıyı hemen hissediyoruz. Bu da enflasyon beklentisinı bozuyor. Esasen beklentinin bozulması için cari açığın yükselmesi de şart değil. Öyle bir noktaya geldik ki, büyüme düşüp bütçe açığı artınca da enflasyon beklentisi bozuluyor.
Enflasyon beklentisinde bozulma demek (ki bu durum başladı) “sana borç veririm ama, kesenin ağzını biraz daha açman lazım demek.
Yani kağıt ve mürekkep bedeline katlanarak para basan alem elinin, bir yıl içinde işçinle, işvereninle, ülkenin kaynaklarıyla ürettiğin hasıladan daha fazla payı senden, oturduğu yerde alması demek!
Neden? Çünkü onların anne ve babaları zamanında akıllı, özgürlükçü, çalışkan, ahlaklı ve tahammüllü bir nesil yetiştirmeyi hedef almış ve iyi bir düzen kurmuşlar.
Sense bu düzenle, düne kadar “bu ülkede ağalar, generaller ve Amerika varken kimse birşey yapamaz” diyen ve bugün “yarın birgün işe girerken aldığın seçmeli dersler işine yarar, nemize lazım, zaten bildiğin şeyler... Bir de böyle şeyleri telefonda kimseyle konuşma, herkesi dinliyorlarmış!”diyen anne ve babaların çocuklarıyle yarışmaya kalkıyorsun. Olimpiyatlardaki durumumuzu, PISA sınav sonuçlarını tekrar hatırlatmayayım. Yakasından bir türlü şaibe düşmeyen ÖSYM konusunu da açmıyorum, ikramım olsun.
Kuru kafa tutarak nereye kadar?
Diyecektim ki başka ülkelere sadaka vererek büyük ülke olunmaz. Bir zamanlar Türki cumhuriyetleri kurtarmak için yaptıklarını bir tarafa bırakıyorum; bölgende rol model olmak; geç de olsa Evlad-ı Fatihan’a yerinde destek olmak ve yardım etmek; krizde diye nakıs teşebbüsle kuru kafa tuttuğun Batı’ya karşı takdir gören, saygın ve örnek bir duruş sergilemek istiyorsan, bu ülkede kaliteli büyüme, sürdürülebilir rekabetçilik ve nitelikli demokrasiyi kurumsallaştırmalsın.
Şu Batı’nın krizini de bir açayım. Büyüyememek demek üretim yapılmıyor, mal satılmıyor, insanlar aç ve açıkta kalıyor demek değil. Dünyanın milli geliri yaklaşık 70 trilyon dolar. Avrupa Birliği bunun 17,5 trilyon dolarını üretiyor. Yani dünya milli gelirinin en büyük kısmını Avrupa Birliği, ikinci olan ABD de 15 trilyon dolarlık kısmını tek başına üretiyor. Batı büyüyemiyormuş! Her yıl 32,5 trilyon dolarlık üretim var. Neredeyse dünyanın yarısı eder. Büyümese ne yazar!
Dahası var: Batı büyüyünce sen de daha hızlı büyüyorsun.
Meselemize dönelim.
O nedenle, şu Avrupa Birliği’ne ikame diye önümüze konulan 2023 hedeflerine ulaşmak istiyorsak diyerek başladığımız gaz – fren tartışmasını, münhasıran Merkez Bankası’nın faiz – kur – enflasyon eksenli politikalarıyla sınırlı tutmak da maalesef yanlış.
Bunun yerine ve işin zor, ama acil ihtiyaç olan kısmına, yani daha fazla demokrasiye, insan haklarına, kolluk kuvvetlerinin hizmet kalitesine, yargı sistemine, özgürlükçü anayasaya, “4+4+4 de nereden çıktı? 2023 ile ne alakası var?” türü sorularla eğitim reformuna, verimliliği nasıl artırırım sorusuna, tasarruf açığını kapatmaya, finansman sorununu daha kolay yollardan çözebilmek için ne tür yapısal reformlar yapılması gerektiğine kafa yormak gerekiyor.
Önce Bahreyn kadar ol da!
IMF nezdinde gelişmiş ülke olmak için kişi başına düşen gelirle ilgili bir alt sınır yok. Ancak Dünya Bankası’nın sınırı olan 12.476 dolara ulaşılınca IMF istatistiklerinin yayınlandığı raporlarda ve Dünya Ekonomik Görünüm raporunda, Türkiye’nin gelişmiş ülkeler arasında gösterilmemesi için bir neden kalmaz. Malum 1989 yılında IMF, Yunanistan ve Portekiz’i bu kategoride raporlamaya başladı ve kimsenin sesi çıkmadı. Keza Malta’nın 2008 yılında, Slovenya ve Slovakya’nın 2009 yılında bu kategoriye alınma nedeni olarak Avro Bölgesi üyesi olması gerekçe gösterildi.
Bu arada şunu da tespit edelim: 2012 yılı için kişi başına düşen geliri sadece 229 dolar artışla 10.673 dolar olacak diyen öngören 2013 – 2015 Orta Vadeli Programı’nda 2023 yılına kadar kişi başına düşen gelirimizi 25.000 dolara ulaştıracak bir perspektifin izleri maalesef yok. Bakalım Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, halen hesabı meçhul 2023 hedeflerine ulaşılabileceğini söylemeye devam edecek mi?
UNDP nezdinde gelişmiş ülke olmak, yani “çok yüksek insani gelişme endeksine sahip ülkeler” kategorisine alınabilmek için yapılması gerekenlerse çok fazla. Ama kolay da diyebiliriz. Çünkü ülkemizin bu anlamda sadece Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ya da Bahreyn kadar olması yeterli !
Acıtıyor değil mi?
Acı, ama gerçek bu.
Peki nasıl yapmalı?
Çok yüksek insani gelişme endeksine sahip ülkeler arasında girebilmek için yapılması gerekenleri sadece merkezi hükümetin işi olarak görmemeli, işin içine yerel yönetimleri de dahil etmeliyiz.
Bu anlamda 2013 yerel seçimlerine hazırlanan partilerin, ülkenin yaşam kalitesini nasıl artıracaklarını ve İnsani Gelişme Endeksi’nde Türkiye’yi nasıl üst sıralara taşıyacaklarını topluma anlatmalarını ve bir medeniyet yarışı içine girmelerini beklemeliyiz.
Keza bu yönde yapılacak faaliyetleri desteklemek üzere, işveren kuruluşları ve işçi sendikalarının çalışma grupları kurmaları ve Türkiye’yi gelişmiş ülkeler kategorisine yükseltmek üzere çalışmalar yapmalarını beklemeliyiz.
Mesela TÜSİAD tek başına veya diğer işveren ve işçi kuruluşlarıyla birlikte, neden Orta Vadeli Program türü bir “Orta Vadeli Demokrasi Programı”hazırlamıyor. Kaliteli büyüme, sürdürülebilir rekabetçilik ve nitelikli demokrasiyle ilgili bir yol haritası çıkarıp, yıllık gelişmeleri AB İlerleme Raporu tarzı bir raporla kamu oyuyla paylaşmıyor?
Hedefsiz ve vizyonsuz siyaset olmaz. Muhalafeti ayrı bir seans yapmak lazım, o nedenle geçiyorum. Ama sivil toplum kuruluşlarımızın her yerde gelişmiş ülke unvanını alabilmek için yapılması gerekenleri cesaretle konuşmaları ve halkın siyasetten beklentilerini bu yol haritasına göre şekillendirmeleri gerekiyor.
Ezber formatlara göre “düşman” ya da “kötü” belleyerek ve metafizik temellere dayalı hayali dünya tasavvurlarını referans alarak yapılan (ideolojik) siyaset bir kenara bırakılmalı ve bu tür siyasetin maalesef israf edilen yüksek enerjisi, ülke demokrasisinin gelişmesi ve kurumsallaşmasına hasredilmeli.
Değişim hızımızı atrırmak için ezberden yapılan ayrımcılık ve dışlama, mikro siyasetle; yani doğru neyse onu savunmak ve kim olursa olsun onunla doğru hedefler etrafında birleşmeyle ikame edilmeli.
Bize gelişmiş ülke unvanı yeter. Bırakalım “sınıfsız toplum”, “sömürüsüz dünya” türü ideal dünya düzenleri için biraz da başka, hatta menşei ülkeler kafa yorsun ve enerji harcasın!
Gelişmiş ülke olmak mı, AB perspektifini ikame için ortaya atılan 2023 hedefleri mi?
“Bu bünyeden demokrasi çıkmıyor!” Kabul ama, çıkmıyor diye “AB perspektifi gerekir” demek de inandırıcılığını yitirmedi mi?
Şunu artık kabul etmek durumundayız: AB’nin ve bazı AB ülkelerinin şeffaf olmayan, üyelik perspektifinden uzak, üye ülkelerin cari sorunlarına çözüm bulmakla sınırlı, çıkarcı, tepeden bakan ve hakkaniyetsiz tutumları; öte yandan bizim siyasi gündem ve önceliklerimizin “memurun devlet aklına” çabuk teslim olması, insanlarımızın ve kurumlarımızın demokratikleşme enerjisini ziyadesiyle atalete uğratıyor.
Biliyorum AB İlerleme Raporu konuşuyoruz ve raporda yazılanlar önemli ve acil meseleler. Ama inandırıcı olmayan bir AB perspektifiyle ilişkilendirmek, yazılan onca doğrunun ağırlığına ve aciliyetine, sizce de gölge düşürmüyor mu?
Ülkemizde demokrasinin gelişmesi ve kurumsallaşması için acilen yapılması gerekenleri, çoğunluk nezdinde bizi istemeyen ve sevmeyenlerin bizi oyalamak, hatta zayıflatmak için istedikleri şeyler haline getirmiyor mu?
Akamete uğramış AB üyeliğini ikame etmek üzere önümüze konulan, varsayımları ve hesabıyla ayakları yere basmayan; kaliteli büyümeyi, sürdürülebilir rekabetçiliği ve nitelikli demokrasiyi ikinci plana atan; dün açıklanan 2013 – 2015 dönemi Orta Vadeli Program’la da iyice suya düşmüş olan 2023 hedeflerine odaklanmış kalitesiz büyümeye mazeret olmuyor mu?
“Bu ülkede iyi yönde de kötü yönde de değişimi dış dinamikler belirliyor.” diyerek herkesin kendi açısından iyi olduğunu düşündüğü kendi dış dinamiklerine gözlemcilik ya da hakemlik yapmakla yetinmesi de enerji kaybı değil de ne?
Bu çerçevede tüm dünyayı ilelebet kurtaracak projelerle uğraşmak ya da hep başkalarının düşünüp bulduklarını referans almak ve tecrübe etmek yerine; ezberlerden kurtulup, her koşula adapte olabilecek bir değişim enerjisini kendi iç dinamiklerimizle üretmenin yollarını bulmak durumundayız.
Çünkü bu ülkedeki cari açık gibi demokrasi açığının da nedeni, enerjide dışa bağımlılıktır.
Değişim enerjisinde dışa bağımlılık!