“Kriz yönetimi” için İngilizce’de “managing downturn” tabir edilir. “Downturn” için “gerileme” ya da “düşüş”; “upturn” içinse bunun tersi, yani “yükselme” denilebilir.
Başbakan Gezi Parkı Direnişi'ne kadarki süreçte, kreditörlerin görmek istedikleri politikalara sadık bir ekonomi yönetimi, küresel siyasi parametrelerdeki değişiklik ve likidite bolluğunun yardımı ve çok benimsediği dik duruşu ve halk desteğiyle, bu ülkenin kaliteli demokrasi yolundaki en büyük engellerinden birisi olan vesayet rejimine karşı haklı mücadelesini, Avrupa Birliği yolunda hep daha fazla demokrasi diyerek kazanmış; halktan büyük destek görmüş ve başarılı bir “yükselme yönetimi”ne (managing upturn) imza atmıştı.
Ancak insan geçmişiyle yaşar. Kararlarını ve tercihlerini, geçmişin tecrübeleri ve kişisel istikbal saiki tayin eder. Kral da olsa, başbakan da, bu durum değişmez.
İki boyutlu bir manzara var karşımızda:
Vesayet rejiminin travmasından kurtulamamış; kaliteli bir demokrasinin inşaası için gereken tahammülü tecrübe etmekten korkan; “sandığa itibar etmeyen vesayet rejimi”yle haklı mücadelesini, demokrasiyi münhasıran sandıkla özdeşleştirerek sürdürmüş ve orada takılı kalmış; iktidar erkinin sınırlarını belirlemek için, insanoğlunun yüzlerce yıldır verdiği aydınlanma mücadelesini anlamaya ve benimsemeye imkân vermeyen bir ideolojik referansla, başkalarının özel hayatına müdahaleyi hak gören; keyfi tasarrufları ve münhasıran Meclis’te havaya kalkan ellerin çoğunluğuna her seferinde sahip olduğu için, nişan aldığı herkesin üzerine karga kafesini koyabileceğini sanan;
Vesayet rejimini zayıflatmak ve haklı taleplerini elde etmek için kullandığı haklı söylemini ve destek gördüğü duruşunu unutan;
Halkın haklı tepkilerini illegal örgütlerin masum insanları yönlendirmek için kullandıkları sahte gündemler, sivil yurttaşları marjinal ve Türkiye’nin istikrarını istemeyen dış güçlerin oyuncağı türü ezber etiketlerle iteleyerek 12 Eylül zihniyetini yeniden üreten ve hükümet olmayı hükmetme hakkı sanan ve
Meseleyi faiz lobisiyle ilişkilendirip, piyasa ekonomisi ve hakkaniyete dayanan serbest rekabete hizmet etmeyen söylemlerle, yurttaşları ve kurumları ayrımcılık yapmaya davet eden;
bir iktidar anlayışı var karşımızda.
Ancak hayat başka türlü akmak zorunda artık bu ülkede.
Adam başına geliri 3 bin doların altında bir ülkenin dış güvenlik zihniyetiyle nasıl yönetilemeyecekse, bu ülke vesayet rejimine geri döneceğiz diye sayıklayan, kendisinden 12 Eylül'ün hesabının sorulmadığı ve bu nedenle halen insan haklarına saygısız bir iç güvenlik zihniyetiyle de yönetilemez.
Çünkü; zekâsı, mizah duygusu, genel kültürü, eğitimi, teknoloji bilgi ve görgüsüyle, Batı karşısında gerçek anlamda “dik duran” bir nesil yetiştirmek için, son 20 yıldır varını – yoğunu ortaya koyan anneler ve babalar;
Onların, insanoğlunun birikimli kültürel mirasına katkı yapmak için göğün sınırından gelmiş bu ülkenin aydınlık yüzlü evlatları;
Ve özenle yetiştirdikleri, kendilerinin el kaldırmaya kıyamadıkları evlatlarının haklı taleplerine su ve biber gazı sıkan, küstahça saç çekerek, joplayarak, acımasızca tartaklayan ve giderek Başbakan'la özdeşleşen baskıcı AKP iktidarını, nezakete ve haddini bilmeye çağıran bu haklı direnişleriyle, ülkemizi daha muasır medeniyet düzeyine yükseltmek ve daha ileri demokratik standartlara ulaştırmak için, darebelerden medet uman faşist zihniyetten büyük bir kopuşa da imza atan meydanlar ve
Olup – bitene cumhuriyet mitinglerinin tekerrürü perspektifiyle bakmakta ısrar eden ve kendi halkına karşı dik durmaktan bahseden Başbakan'ı akl-ı selime davet eden; nevroz ateşinden atlayan takım elbiseli ve göbekli kaymakam ve valilerin yapaylıklarından bir farkı olmayan özür tweet’lerine gülüp geçen bir nesil var artık ortada.
Evet, karga kafesine girmek istemeyen bir kuş baktı Gezi Parkı'ndan ve ‘Lulu’ diye seslendi.
Ve bu ülkenin anneleri, gençleri, çocukları, ağaçları, taşı, toprağı Lulu’yla bir oldu ve meydanlara döküldü...
Şimdi, hem ülkenin ve hem de kişisel istikbalinin önünde dik duran, geçmişte kalmış bir Başbakan var karşımızda;
“Yükselme yönetimi” araçlarından, artık o araçların sonuç verdiği koşulların ortadan tamamen kalktığı bu güzel ülkede, başarı bekleyen ve bence artık bu ülkenin yüzde ellisinden fazlasına hitap edemeyen bir başbakan...
Yazımızın başlığına gelelim:
Bu ülkede Kürt hareketinin başarısının arkasında “gerilla”, silahlı mücadele, vesaire değil, bizatihi bu ülkenin kadınları, yüreklerine evlat ateşi düşen anneleri – babaları vardı.
Tıpkı, Gezi Parkı Direnişi’nde olduğu gibi.
Not edelim: Başbakan, Kürt hareketinin silahlı erkek diliyle çözülemeyeceğini ispat ettiği için “Çözüm Süreci” için büyük bir destek gördü. Aynı Başbakan şimdi, Gezi Parkı Direnişi’ne öncülük eden haklı dişil sese karşı kullandığı haksız ve tehditkâr eril diliyle bu kez sorunu körüklüyor ve halkına yabancılaşıyor.
Eminim ki Başbakan, Cem Karaca’nın “Sevda kuşun kanadında” şarkısını hissederek dinlemiş olsaydı, meydanlara evlatlarını artık korkmadan gönderen anneleri ve kadınları daha iyi anlar ve yaptığı büyük hataları idrak ederdi.
Peki iş işten geçmiş olabilir mi?
Onu ben bilemem, ama “Ey Meydan” yetmediyse, sözü ve müziği Marsel Xalife’ye ait aşağıdaki şarkıyı Kardeş Türküler’den dinlemenin, “düşüş yönetimi”nde faydası olabilir.
Not: 1994 yılında dönemin başbakanı Tansu Çiller'in beynimin yarısı dediği bir Hazine Müsteşarı vardı. Aralık ayında faizler yüksek diye, kamu kudreti marifetiyle faizleri düşüreceğim diyerek Hazine ihalesini iptal etmişti. Bu karar üzerine patlak veren kriz bilahere 5 Nisan Kararları'yla toparlanmaya çalışılmıştı. Umarım bu kötü tecrübe halen akıllardadır.