Ülkemizde ekonomi yönetimiyle ilgili başarı göstergesi olarak aşağıdaki 10 temel rakama bakılır:
-
Enflasyon oranı
-
Faiz oranı
-
Dolar/TL kuru
-
Borsa endeksi
-
Cari açık/GSYH oranı
-
Bütçe açığı/GSYH oranı
-
İşsizlik oranı
-
Kişi başına düşüne gelir
-
Büyüme oranı
-
Toplam dış borç
Sırasıyla bakalım:
AKP 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar oldu. Recep Tayyip Erdoğan 15 Mart 2003 tarihinde başbakan oldu. AKP'nin Başbakan Erdoğan başkanlığındaki ilk yılı olan 2003 yılı sonunda enflasyon oranı (TÜFE) yüzde 18.4’tü. 2004 yılı sonunda yüzde 9.3, 2005 yılı sonunda yüzde 7.7, 2012 yıl sonunda yüzde 6.6 oldu.
Evet resme bakınca enflasyon oranında bir başarı olduğu görülüyor. Bunun hem gerçek, hem de sanal bir başarı olduğunu açıklayarak devam edelim:
Hatırlayın, ülkemizde 14 Nisan 2001 tarihinde dönemin Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş tarafından 4 ana bölüm ve 75 maddeden oluşan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (Program) açıklanmıştı. Bu program 19 Şubat 2001 krizine kadar (O gün G-20 İstanbul Merkez Bankası Başkanları ve Maliye Bakan Yardımcıları Zirvesi için Hyatt Regency otelindeydik) birikmiş ve ülkeyi sürekli krizlere sokan pek çok soruna, uzun vadeli ve büyük ölçüde tutarlı bir çerçevede çözüm arıyordu. Program, AKP iktidarının ilk yılında meyvelerini vermeye başlamıştı. Misal: Şubat ayında büyük bir kriz yaşadığımız 2001 yılı sonu itibariyle enflasyon oranı yüzde 68.5’di. Program sayesinde ertesi yıl, yani 2002 yılında yüzde 29.7’ye inmişti.
Sonraki yıllarda AKP iktidarı Programdan vazgeçmeyi düşündü (AKP iktidarının pek yakışıklı ve ailece pek uyanık Maliye Bakanı Kemal Unakıtan tarafında görevden alınan ilk bürokrat olarak alternatif bir program geliştirmek için bürokrasi de yoğun mesailer harcandığını yakından biliyorum). Ancak buna cesaret edilemedi. Çünkü asker, AKP iktidarından çok rahatsızdı ve sürekli olarak hükümete "ayar" vermeye çalışıyordu. Şunu da hatırlayın: Dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal “nasıl olsa ekonomi yönetiminde başarısız olur, giderler” beklentisiyle, siyasi yasaklı olan Recep Tayyip Erdoğan’a başbakanlık yolunu açan haksız ve hukuksuz yasağı kaldırmayı kabul etmişti.
Malum Merkez Bankası, 1211 sayılı yasası gereği fiyat istikrarını sağlamakla görevlidir. Dönemin Hazine Müsteşarı Faik Öztırak ile Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti ve yardımcıları, Program dizaynı ve uygulamasında çok yoğun emek harcadılar. AKP iktidarı döneminde Hazine Müsteşarlığı’na ilk ve son atama 2003 yılında yapıldı. Atanan isim Faik Öztırak'ın DPT'den ekip arkadaşı olan ve BDDK'ya daire başkanı olarak transfer ettiği İbrahim Çanakçkı'ydı. Serdengeçti ve ekibi ise 2006 yılına kadar görevde kaldılar ve zaman zaman dönemin Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’a karşı, yaptıklarının doğruluğu konusunda ısrarcı oldular ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığını savundular. Bu ekibin görevi bıraktığı 2006 yılı sonu itibariyle yıl sonu enflasyon oranı yüzde 9.6’ydı.
Enflasyon oranının düşürmek konusunda AKP iktidarının başarı hanesine yazılacak olan şey, dönemin Merkez Bankası’nın IMF destekli Program’a sadık politikalar izlemesine rıza göstermesidir.
Malum, Enflasyon Hedeflemesi’nde Merkez Bankası kısa vadeli faiz oranıyla oynayarak cari enflasyon oranını hedef enflasyon oranına yakınlaştırmaya çalışır. Bizim Merkez Bankası faiz oranının yanı sıra döviz kurunu da aracı araç değişken olarak kullanıyor. Çünkü ithal girdi maliyetleri dolar cinsinden sabit kalsa dahi TL değer kaybettikçe TL cinsinden çıktı fiyatları artmak zorunda kalıyor (maliyet enflasyonu); bu da cari enflasyon oranının hedef enflasyondan sapmasına yol açıyor.
Peki dolar kurunun ve faiz oranlarının aşağıya inmesinde etkili olan şey neydi?
Hiç sır değil! 11 Eylül saldırısı sonrasında ABD Merkez Bankası Fed dünyayı dolara boğdu. Herşey yükselen fiyatlarla çok daha çabuk alınır – satılır oldu. 2008 krizine kadar tüm dünya çok hızlı büyüdü. Hatta ortaya BRICS denilen bir grup çıktı. Kriz sonrasında diğer majör merkez bankaları da para basmaya başladı. Artan para bolluğundan ülkemiz de sebeplendi. Dışarıda neredeyse sıfır getirisi olan yabancı para ülkemize bolca geldi. Göreli olarak yüksek reel faizden, kurun yükselmesini önleyici dış konjonktür ve Merkez Bankası politikalarından dolayı, enflasyon oranımızdaki artış, dolar kuruna yansımadı ve TL uzunca bir süre çok değerli kaldı. Hatta bir ara 1 dolar 1 TL olacak türü tahminler yapıldı. Aşağıda göreceğimiz gibi bu gelişme cari açıkta büyük bir artışa yol açtı.
Enflasyon hedeflemesinde araç değişken olarak kullanılan faiz ve aracı araç değişken olarak kullanılan dolar kuru olumlu konjoktürün etkisiyle düşünce, enlasyon da düştü. Hatırlayın Merkez Bankası’ndan faiz düşüşü beklentisi oluştukça yabancılar tahvil almak için dolar bozduruyor ve TL değer kazanıyordu. Yani önce söylenti üzerine kur düşüyor, sonra Merkez Bankası faiz indiriyor, sonra da enflasyon oranı düşüyordu.
Eski adıyla İMKB yeni adıyla Borsa İstanbul 100 Endeksi 2002 yılı sonunda 10,370’ti. 12 Nisan 2013’te tarihi zirvesi olan 93,178’ü gördü. Çünkü Başbakan TL namusumuzdur diyor, sonra da faiz sebep enflasyon neticedir diyerek, Merkez Bankası’na faizleri indir talimatı veriyordu.
Henüz Fed’in politika değişikliğiyle ilgili ipucu vermekten uzak olduğu ve TL faiz oranlarının aşağıya doğru inme potansiyelinin olduğu o günlerde bu söylem, dışarıda getiri elde edemeyen portföy yatırımcıları için bulunmaz fırsatlar sunuyordu. Faiz oranları düştükçe şirket değerleri artıyor, bankalar kar yazıyor ve İMKB zirve yapıyordu (Bir şirketin değerinin ileride yaratacağı serbest nakit akımlarının bugünkü değeriyle ölçüldüğünü hatırlatalım). Faiz oranları düştükçe, biz rezervlerimizle övünüp, Başbakan da “faiz lobisine” davetiye çıkaran saptamalar yaptıkça, "el-alem" Hazine kağıtlarını ve İMKB hisse senetlerini kapışıyor ve böylece cari açığın finansmanı sorununu kale alınmıyabiliyordu.
Cari açık/GSYH oranı 2002 yılında yüzde 1’in altındaydı. 2012 sonu tibariyle bu oran yüzde 6’ya çıktı. Çünkü ihracatla ilgili olumlu reel performansa rağmen TL’nin değerli kalması nedeniyle cari açık oranı çok ciddi bir şekilde yükseldi. 2011 yılında bu oranın yüzde 10’a çıktığı unutulmamalı. 1 Haziran 2001 günü 1,5816 olan Merkez Bankası dolar kuru; cari açık oranındaki artış beklentisiyle artmaya başladı ve 30 Aralık günü 1,8876 TL’ye çıktı. Yani altı ay içinde TL dolara karşı yaklaşık yüzde 20 değer kaybetti.
Bütçe açığının GSYH’ya oranında da bir başarı hikayesi vardır. AB sürecine dayanılarak vesayet rejimiyle mücadele edilirken Programda öngörülen sıkı maliye politikasına devam edildi. Ancak unutulmamalıdır ki, TL’nin değerli olması nedeniyle artan ithalat miktarı (yükselen cari açık oranı) ithalde alınan KDV ve ÖTV’nin artmasına yol açıyor; bu da mali disipline uyumu kolaylaştırıyordu.
Kriz öncesinde (2001 yılında) işsizlik oranı yüzde 6,6’ydı. 2002 yılında yüzde 10,3, 2012 yılındaysa yüzde 9,2 oldu. İşsizlik oranı 2001 krizi öncesi rakamdan halen 2,6 puan yüksektir. Ortada işsizlikle mücadelede bir başarı hikayesi bulunduğunu söylemek mümkün değildir.
Kişi başına düşen gelir 2001 yılında 3.492 dolardı. 2012 yılındaysa 10.504 dolara çıktı. Bu yükselişin sebeplerine dair daha önce defalarca yazılar yazıldı. Biz de 2023 hedefleriyle ilgili yazılarımızda bundan bahsettik. TL değerli olduğu için dolar cinsinden kişi başına düşen gelir rakamı, olması gerekenden çok daha yüksek çıktı. AKP iktidarı döneminde büyüme oranı ortalama yüzde 5,2 oldu. Önceki 50 yılın büyüme ortalamasıysa yüzde 4,5’ti. Büyüme oranıyla ilgili bir başarı hikayesi vardır, ancak böbürlenecek kadar değil.
Yüzde 5,2 oranında büyüme oranının kişi başına düşen gelirde bu kadar yüksek bir artış yapması matematik olarak imkansızdır. Kişi başına düşen gelirdeki artış sanaldır ve nedeni Türkiye’deki fiyat artışlarının kur artışına yol açmamasını sağlayan likidite koşulları ve faiz lobisinin isteklerine uygun söylemler ve Merkez Bankası politikalarıdır. Tahminimiz odur ki, enflasyon oranındaki artış Dolar /TL kuruna yansısaydı, olması gereken kişi başına düşen gelir rakamı 2012 sonu itibariyle 6 bin dolara yakın çıkardı.
Toplam dış borç tutarı itibariyle vaziyet oldukça vahimdir. 2002 yılı sonu itibariyle129.6 milyar dolar olan Türkiye’nin toplam dış borcu, 2012 yılı sonunda 336.9 milyar dolara çıktı. Artışın kaynağı özel sektörün borçluluk oranındaki yüzde 425’lik artıştır. Bu artışın da da arkasında AKP iktidarının yaptığı başta enerji olmak üzere büyük özelleştirme ihaleleri vardır (Kur hedgi ve faiz swapı yapmamış şirketlerin ekonomi için nasıl büyük bir tehlike yarattığını varın siz düşünün).
Evet 10 kategori itibariyle sanal ve reel başarı hikayesinin arkasında yatan politikalar ve mekanizmalar özetle böyle. Bu arada Türkiye’nin yatırım yapılabilir ülke notu aldığını; not artışının önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, hem Fitch, hem de Moody’s’in daha önce not artırımı için dile getirdikleri ön koşullara uyulması üzerine gelmediğini de hatırlatalım. Not artışlarının nedeni bize göre Çözüm Süreci’nin başlatılmasıdır.
Evet, ortada çok da övünülecek reel bir ekonomik başarı yoktur. Başarı diye gösterilen şeyin önemli bir kısmı Fed’in tahvil alım programına son vermeye ve bilahere faiz artırımına başlamasıyla daha iyi anlaşılaşacak olan sanal bir başarıdır. İşte o gün geldiğinde, her zaman önümüze engel çıkaran ve bizi hep dışarıya bağımlı yapan cari açık sorununu çözmek için gerekli olan yapısal dönüşümü yapmayı kolaylaştıracak olumlu konjonktürü, nasıl heba ettiğimiz daha iyi anlaşılacaktır.