22 Temmuz 2010

AB üyeliği hedefimiz neden ithal ikameci bir hayaldir?

Yani, devlet eliyle sanayileşme süreci bir noktada kırıldı ve kendine güveni artan özel sektör...

Türkiye Cumhuriyeti, bir kadro hareketi olarak kuruluşunda “vizyon” olarak “batılılaşmayı” seçti.
Tanzimat’la başlayan süreç 1923 yılından sonra resmiyet kazandı ve hızlandı.
Hem kendine yetebilmek, hem de Osmanlı’nın yıkılışına benzer bir sürece girdiğimizi erken anlayabileceğimiz ve önlem alabileceğimiz bir yapıya kavuşmaktı misyonumuz.
Bu nedenle dünyada olup bitenden zamanında haberdar olmayı çok önemsedik.
Başlangıçta, ulusal sınırlar içinde ve devlet öncülüğünde kendi sanayimizi yaratmak için, iktisadi devlet teşekkülleri ve biraz da Sovyetler'in etkisi ve yardımıyla kamu iktisadi kuruluşları aracılığıyla ağır sanayi yatırımları yaptık.
Bizde olmayan malları, Sovyetler’de olduğu gibi, tek başına devletin üretebilmesi mümkün değildi. Bu nedenle zaman içinde özel sektöre kol kanat gerildi. Böylece devletin koruması, rantı ve teşvikiyle modele zaman içinde özel sektör de dahil dolu.
Özel sektörümüz yurtdışında gördüğü malları Türkiye’ye getirdi ve bunları üretmenin yollarına kafa yordu. Bu amaçla şirketlerimizde “araştırma ve geliştirme” departmanları kuruldu. Hatta devletimiz bu departmanları çok önemsedi ve sonuna kadar desteklemeye gayret etti.
Bu sayede Türk mühendisleri buzdolabını, televizyonu, çamaşır makinasını, bulaşık makinasını Türkiye’de üretmenin yollarını araştırdılar, projeler geliştirdiler ve uyguladılar. Bölyece biz de “erken 20. yüzyıl teknoloji ürünlerinin” büyük bir kısmını kendi ulusal sınırlarımız içinde üretir olduk.
Bu süreçte baş kahraman, şirketlerin AR&GE departmanlarıydı.
20. yüzyılın son çeyreğinde kapitalizm hızla gelişmeye ve küreselleşmeye başladı.
Süreç içinde “piyasa ekonomisi ve demokrasi”, gelişmişliğin yegâne göstergesi olarak algılanır oldu.
Korunaklı iç piyasamız zaman içinde daha fazla rekabete açıldı.
Bu sayede özel sektörümüz kendine güven ve rekabet gücü kazandı.
Devlet refakatine ve yönlendirmesine daha az ihtiyaç duyar oldu.
Daha sonra devletin refakatinden kurtulmaya çalıştı.
Nihayet (biraz ürkerek ve ihtiyatla) onu değiştirmeyi hedefledi.
Yani, devlet eliyle sanayileşme süreci bir noktada kırıldı ve kendine güveni artan özel sektör, kadro hareketinin uzantısı olan ve değişime direnen kapalı ekonomi uzantısı devlet organizasyonunu değişime zorladı.
Ama hep dışarıdan çıpa kullanarak.
Çünkü gelişen şartlara uyum sağlamakta zorlanan yapı ayak bağı olmuştu.
Darbeler özel sektörümüze enerji ve vakit kaybettiriyordu.
Peşi sıra gelen koalisyon iktidarları, popülist politikalarla sürdürülemez kamu açıklarına yol açıyor ve krizlere neden oluyordu.
Ve nihayet, büyük şehirlere dayanan genç nüfus nedeniyle değişim kaçınılmaz hale gelmişti.
Daha açık deyişle, Sabancı’ların müzeye dönüştürülen Emirgân’daki köşklerinin önünde kapıcı çocukları beyaz pazen donla denize girmeye başlamışlardı. 
Artık İstanbul, Türk özel sektörü için korunakla ve sorunlara göz kapatarak yaşanılacak bir yer olmaktan çıkmıştı.
Hülasa, şirketlerin ihtiyaçlarına daha hızlı cevap verebilecek ve koşullara hızlı adapte olabilecek bir devlet organizasyonuna ihtiyaç duymaya başladık.
Bu noktada özel sektörümüz AB sürecine sarıldı.
AB üyeliği hem sağlam bir eksen, hem de devletin hızlı bir şekilde dönüşümüne hizmet edecek bir proje olarak görülüyordu.
Esasen,şirketlerdeki AR&GE departmanlarının işlevine ve başarısına benzer bir yapı kurmaktı akıllarda olan.
Yani batının kamusal kurum, müessese, organizasyon ve sistemlerini Türkiye’ye getirip, devletimizin iş yapış tarzını bu ithal ikameci mantıkla değiştirmekti planlanan. 
Çünkü, devletimiz kendi içsel dinamikleriyle değişmekte zorlanıyor, o nedenle ona başarı hikâyesi de olan dışsal bir otorite rehberlik etsin isteniyordu.
Dünyaya bakınca özel sektörü dinleyen ve çabuk aksiyon alan devletlerin hızla öne çıktığını herkes görüyordu.
Mantık aynıydı yani.
Kurum, müessese, organizasyon ve sistemi incele, gel aynısını Türkiye’de yap ve kendi organizasyonuna monte et.
Bu nedenle şirketlerin AR&GE departmanları gibi tüm kamu kurumlarında AB Dairesi başkanlıkları veya AB Genel müdürlükleri kuruldu. 
Bu departmanlar “devleti değiştirsin, gelişen piyasa konuşullarına adapte etsin ve böylece özel sektörün önüne engel olmaktan vazgeçsin” isteniyordu.
Askeri terbiye etmek isteyen güçlerin de bu süreç bir yerde güvencesi oluyordu vesaire...
Aydın ağabey kızmasın; daha yazacak çok şey var ama sona geliyoruz.
Türkiye ithal ikameci modeli çoktan bıraktı.
 
Şirketlerin AR&GE departmanlarının yerini ÜR&GE (yeni ürün geliştirme) ve KYS (kalite yönetim sistemleri) aldı...
Otoriter kapitalizm hariç, değişen dünya düzeninde böyle bir yapılanmaya esasen imkân da yok.
Neyse biz lafı uzatmayalım.
İyi ya da kötü, başarılı ya da başarısız, bence hikâyenin özeti bu ve Türkiye’nin AB üyeliği sürecini “ithal ikameci ve montajcı” bir hayal sürüklüyor...
Ve kökeni, bu süreci bir zamanlar “taklitçi zihniyet” diyerek eleştiren bir akıma dayanan bir siyasi iktidar da bu hayali destekliyor.

Yazarın Diğer Yazıları

2015 ve T24’e veda yazısı

2016; insanlığa, ülkemize, T24 okuruna, yazarına, çalışanına ve T24’e şans getirsin

ABD 14 yıldır terörle savaşıyor, sonuç: Terör saldırıları yüzde 6 bin 500 arttı!

“ABD işgalinden önce Irak’ta hiç intihar saldırısı olması ama, 2003 yılından bu yana 1892 intihar saldırısı oldu"

Rusya, Batı’nın yaptırımlarına daha ne kadar dayanabilecek?

Gazprom biterse Putin biter. Sonra sıra Çin’e gelir. Çin karışırsa dünyayı dolarsızlaştırma ittifakı, yani BRICS tamamen biter

"
"