11 Ekim 2013

Nadia Marzouki anlatıyor: Tunus'ta neler oluyor?

Yale, Berkeley ve Princeton gibi dünyanın önde gelen üniversitelerinde misafir araştırmacı olarak bulunan Nadia Marzouki aynı zamanda Tunus Cumhurbaşkanı Moncef Marzouki’nin de kızı

Tunuslu sokak satıcısı Muhammed Buazizi’nin 17 Aralık 2011’de kendini ateşe vermesiyle patlak veren ve bir anda tüm Ortadoğu ve Kuzey Afika Bölgesi’nin etkisi altına alan Arap Devrimleri, ilk başlarda büyük bir heyecanla karşılansa da Suriye’de süren ve yüzbinlerce cana mal olan iç savaş ile Mısır’da gerçekleşen kanlı askeri darbe sonrasında tüm dünyada yeniden sorgulanmaya başladı. Bu çerçevede gözlerin devrimlerin sembolik doğum yeri Tunus’a çevrilmesi de şaşırtıcı değildi, çünkü bu küçük Kuzey Afrika ülkesi ağır aksak da olsa demokratikleşme sürecini sürdürüyordu.  

Son sekiz ayda gerçekleşen iki siyasi cinayet – önce Şubat ayında laik muhalefetin önde gelen isimlerinden Şükrü Belayid’in, geçtiğimiz Temmuz ayında da bir başka muhalif Muhammed Brahmi’nin öldürülmesi – ve artan Selefi şiddet tablonun dışarıdan gözüktüğü kadar pembe olmadığını gösterdi. Muhalefetin söz konusu cinayetlerden sorumlu tuttuğu “İslamcı” Nahda liderliğindeki üçlü koalisyon hükümetini istifaya çağırdığı bu günlerde Tunus’ta neler olup bittiğini anlamak, Arap Devrimleri’nin geleceği hakkında öngörülerde bulunmak açısından da büyük dönem taşıyor. Bu nedenle Spyros A. Sofos’la editörlüğünü üstlendiğim “İslam ve Milletçilik” temalı serinin ilk kitabı olan “Akdeniz’de Din Değiştirme” başlıklı derleme kitabını tanıtmak üzere Lund Üniversitesi Ortadoğu Çalışmalar Merkezi’ni ziyaret eden Nadia Marzouki ile kısa bir söyleşi yaptım. Raymond Aron Siyasi ve Sosyolojik Çalışmalar Merkezi (Paris) ile Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nde (EUI, Floransa) kıdemli araştırmacı olarak görev yapan Nadia Marzouki, Tunus uzmanlığının yanı sıra, Avrupa ve ABD’de İslam konuları üzerinde de çalışıyor. Yale, Berkeley ve Princeton gibi dünyanın önde gelen üniversitelerinde misafir araştırmacı olarak bulunan Nadia Marzouki aynı zamanda Tunus Cumhurbaşkanı Moncef Marzouki’nin de kızı. Bu noktada Nadia’nın bu söyleşiyi siyaset bilimci kimliğiyle verdiğini, yanıtlarının diplomatik bir nitelik taşımadığını da eklemem gerekiyor.

 

UÖ: Türkiye kamuoyu Suriye ve Mısır’la meşgulken Arap Devrimleri’nin örnek ülkesi olarak gösterilen Tunus’ta da işlerin pek yolunda gitmediğini duyuyoruz. Bir yanda muhalif isimlere yönelik siyasi cinayetler ve Chaambi Dağı’nda Selefiler tarafından pusuya düşürülen sekiz Tunus askerinin öldürülmesiyle doruğa çıkan Selefi şiddet, diğer yanda bir türlü sonuca ulaşamayan bir anayasa yazım süreci. Sen bu durumu nasıl okuyorsun?

 

NM: Ben bu soruya cevap vermeden önce Arap Devrimleri’ne yönelik algıyla ilgili bir-iki şey söylemek istiyorum, çünkü bu Tunus’ta son dönemde yaşananları ve bunları “dışarıya” nasıl yansıdığını anlamamız açısından oldukça önemli. İtiraf etmeliyim, Batı’nın Arap Devrimleri’ne yönelik ilgisi ve heyecanı, sonrasında ise bu heyecanın yerini büyük bir hızla hayalkırıklığına bırakması, yorumcuların “Arap Baharından” “İslamcı ya da Cihadist Kış” söylemine geçiş yapması beni hep şaşırttı, şaşırtmaya da devam ediyor. Dolayısıyla öncelikle Arap Devrimleri’ne yönelik bu algı ve önyargıları sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda beni en çok Arap Devrimleri’nin başarısızlığa uğradığı iddiasında kendini gösteren Oryantalist ve özcü bakış endişelendiriyor. Evet, zorluklar var; özellikle Suriye ve Mısır’da büyük trajediler yaşanıyor. Ama bu zorluklar çoktan geçmişte bırakmış olmamız gereken Oryantalizme, yüzeysel ikiliklere geri dönmemizi gerektirmiyor. Örneğin birkaç hafta önce Washington merkezli Pew Araştırma Merkezi Tunus’ta demokrasiye olan desteğin azaldığını iddia eden bir rapor yayınladı. Saygın bir kuruluş tarafından bilimsel olduğu iddiasıyla sunulan bu araştırma Belayid’in öldürülmesinden iki hafta sonra yapılan ve bir hafta süren mülakatlara dayanıyor. Sizi detaylarla sıkmayayım ama sorulan bir soru şu: “İstikrarı mı demokrasiyi mi tercih edersiniz?” Düşünün, İsveç’te ya da Fransa’da bir araştırma yapıyorsanız bu soruyu sorar mısınız? İnsanlar ikisini birden tercih edemez mi? Başka bir soru: “Güçlü bir ekonomiyi mi tercih edersiniz, güçlü bir demokrasiyi mi?” Aynı şey. Lafı uzatmayayım. Söylemek istediğim şu. Oryantalizm geçmişte kalmış bir olgu değil ve bizim bu önyargılarla, Arap dünyasında demokrasi sorunsalının kavramsallaştırılma biçimleriyle mücadeleye devam etmemiz gerekiyor.

\

Tunus’ta neler oluyor sorusuna dönersek... Evet, sorunda da bazılarına değindiğin ciddi sorunlar var. Bunlara tamamen tıkanmış bir ekonomiyi de eklememiz gerekiyor. Şu an Tunus bir anlamda cepten yiyor çünkü ülkeye dış yatırım gelmiyor. Devrimleri ateşleyen faktörlerden biri olan bölgeler arası ekonomik dengesizlik de bugün artmış durumda. Ayrıca siyasi alanda kabaca seküler ve İslamcı olarak adlandırabileceğimiz iki kamp arasında giderek artan bir kutuplaşma var. Bu yüzden yeni anayasa konusundaki görüşmeler çok yavaş ilerliyor. Bunlar bizi karamsarlığa itebilir. Ama ben iyimser olmamıza imkan sağlayacak unsurlar da olduğunu düşünüyorum. Bunların en önemlisi, yaşanan bunca krize rağmen bir şekilde devam eden taraflar arası diyalog. İktidarı ve muhalefeti oluşturan siyasi partiler birbirleriyle konuşmayı hiç bırakmadılar, ki bu noktada ülkenin en büyük sendikası UGTT’nin oynadığı arabuluculuk rolünün önemine de işaret etmemiz gerekiyor.

İyimser olmamızı sağlayan başka faktörler de var. Örneğin toplum devrim konusunda son derece kararlı, geri adım atma niyetinde değil. Ancak bu kararlılık toplumsal şiddete, komşu ülkelerde gördüğümüz türden çatışmalara yol açmıyor. Ordu çok zayıf ve bir darbe girişiminde bulunma niyeti taşıdığına dair bir izlenim vermiyor. Bir diğer önemli faktörse Tunus siyasi tarihinin belirleliyici özelliklerinden olan “konsensüs” arayışı. Bugün seküler ve İslamcı kesimler arasında hala sürmekte olan diyaloğu anlamak için Tunus’un geçmişine uzanmak ve Ben-Ali diktası sürerken bu iki kampın birbirileriyle konuşma, birbirlerini dinleme pratiği geliştirdiğini hatırlatmak gerekiyor. Yani aralarındaki tüm ideolojik farklılıklara rağmen seküler ve İslamcı gruplar hem geçmişte, hem bugün  uzlaşma yolları aramaktan vazgeçmediler.

Toparlayacak olursak, şu anda dışarıya yansıyan kaos görüntüsünün nasıl açıklanacağı biraz da nereden baktığınıza bağlı. Yeni siyasi aktörlerin ortaya çıkması, ittifakların değişmesi yönetici elitlerin henüz yeterli siyasi olgunluğa erişmediği şeklinde de yorumlanabilir. Bense bunu çok normal bir süreç olarak görüyorum. Yıllarca süren bir diktatörlük yıkılıyor ve siyasi bir boşluk oluşuyor. Bu süreçte partilerin, ittifakların kurulması, dağılması, yeniden kurulması şaşırtıcı değil çünkü yepyeni bir siyasi alan oluşuyor. Evet, kaotik bir görüntü var. Ama bu sağlıklı bir kaos; aktörlerin oyunu kurallarına göre oynamayı öğrendiği, siyasi olgunluğa eriştiği bir kaos hali.

 

UÖ: Peki anayasa süreci? Seçimlerin ne zaman yapılacağı konusu?

 

NM: Belayid’in Şubat ayında bir suikasta kurban gitmesi ciddi bir krize yol açtı ve Anayasa Komisyonu’nun Başkanı anayasa görüşmelerini tamamen durdurma kararı aldı. Kısa bir süre önce komisyon çalışmalarına tekrar başlama kararı aldı, ancak Komisyonun 60 üyesi görüşmelere katılmayı hala reddediyor. Bu anlamda süreç yavaş yavaş normale dönüyor, ama görüntü hala yeterince net değil. Örneğin henüz üzerinde anlaşılmış bir yol haritası yok. Bazıları önümüzdeki bahar aylarında seçim yapılabileceğini iddia ediyor; bazıları ise bunun gerçekçi olmadığını iddia ediyor. Kısacası net olarak söyleyebileceğim tek şey Komisyon’un görüşmelere başlama kararı alması, ki bu geçtiğimiz ayları düşünürsek önemli bir ileri adım. Ama yarın yeni bir gelişme olur, başladığımız yere geri döneriz, bu da olasılık dışı değil.

 

UÖ: Anayasa görüşmeleri sırasında zorluk çıkartan, partiler arasında anlaşmazlığa yol açan konular neler, bu konuda da bize bir şeyler söyleyebilir misin?

 

NM: En çok zorluk çıkaran konu şeriat meselesi, şeriatın anayasadaki konumu ya da şeriata nasıl referans verileceğiydi. Bunun dışında kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği; bunlar seküler kesimlerle İslamcılar arasında ideolojik kutuplaşmaya yol açan temel meselelerdi. Ancak bu sorunların çözümü konusunda hayli ilerleme sağlandığını söylemek mümkün. Bunda Nahda’nın başlarda ısrarcı olduğu pek çok konuda geri adım atmasının rolü olduğunu belirtmek lazım. Örneğin anayasada şeriata referans verilmesinden vazgeçildi; bunun yerine herkesi mutlu edecek kadar muğlak olan “İslam devletin dinidir” ibaresini içeren 1. maddenin korunmasına karar verildi. Burada bir parantez açıp tartışmanın tamamen bitmediğini, Nahda’nın anayasanın sonuna “devlet İslam dinini korumakla yükümlüdür” tarzı bir madde eklemeye çalıştığı yönünde iddialar olduğunu eklemekte fayda var. Ama şeriata referans verilmeyeceği konusunda kesin karar verilmiş durumda ve bu da daha önce bahsettiğim, siyasi partiler arasında var olan uzlaşma kültürünün güzel bir örneği. Elbette bu uzlaşma kolay gerçekleşmedi. Toplumun farklı kesimleri aylarca bu konuyu tartıştı; korkular, endişeler dile getirildi. Ama sonunda uzlaşmaya varıldı. Tunus’un yolu uzun; henüz anayasanın tüm maddeleri üzerinde uzlaşılmış değil. Uzlaşılsa bile bu anlaşmanın halkoyuna sunulup sunulmayacağı bilinmiyor. Ama bu örnek bile konsensüs arayışının Tunus siyasi kültürüne hakim olduğunu gösteriyor.

 

UÖ: Peki sence Mısır darbesi Tunus’u etkiler mi? Etkilerse nasıl etkiler?

 

NM: Bu sorunun cevabı aslında diğer soruların yanıtlarından bağımsız değil. Tunus’ta olan bitenler sadece ideolojiyle açıklayamayız. Yani seküler kesimlerle Nahda önderliğindeki İslamcı koalisyon arasındaki görüş ayrılıkları ideolojik değil. Mesele diğer tarafın iktidarı tümüyle ele geçirmesine engel olmak, iktidarın tekelleştirilmesini önlemek. Son kertede Tunus, Mısır kadar bölünmüş değil. Her ne kadar Tunus bağlamında da kutuplaşmadan bahsedilse de sokakta yürüdüğünüz zaman hayat tarzına göre bölünmüş, seküler kesimlerle İslamcıların ayrı ayrı yaşadığı mahallelerle karşılaşmazsınız. Şunu da vurgulamak gerekiyor. Sekülarist gruplar Tunus nüfusunun çok ufak bir parçasını oluşturuyor. Daha geniş seküler (laik) çevrelerin ise İslam ile bir sorunu yok. Özetleyecek olursak şu anda siyasi tartışmaların gelip düğümlendiği nokta iktidarın değişebilirliği (Fransızca “alternance”), iktidarın rotasyona tabii olması. Çünkü her iki kamp da bugün seçim olursa kazanan tarafın iktidara yerleşme ve tüm bürokrasiyi, kurumları kontrolüne geçirme ihtimalinden korkuyor. Bu korkunun tamamen yersiz olduğunu söylemek de güç, çünkü gerek Nahda, gerekse muhalefetin en güçlü partisi Nida Tunus’un bu tür hegemonik eğilimleri var. Bu karşılıklı korkular Tunus’ta istikrarın sağlanmasını da geciktiriyor.

Altını çizmemiz gereken bir diğer nokta da Nahda’nın içindeki çeşitlilik. Gannuşi’nin önderliğindeki parti içinde sadece izlenilmesi gereken stratejiler konusunda değil, ileriye dönük hedefler açısından da farklı görüşler var – Nahda siyasetten uzak duran sosyal-kültürel bir hareket mi, yoksa kültürel arınma hedefini erteleyen, iktidara gelmeyi amaçlayan bir siyasi hareket mi olmalı, vs. Mısır’daki darbe toplumdaki ufak sekülarist grup tarafından önemli bir fırsat olarak görüldüyse de bu uzun sürmedi. Toplumun daha geniş kesimleri ise Mısır’da olan biteni bir uyarı olarak algıladı ve “Mısır’da yaşananlar burada tekrarlanmamalı” yönünde bir tutum sergiledi. Bölgeye yönelik tüm İslamcı hareketleri aynı kefeye koymak gibi bir eğilim olsa da, Arap Devrimleri bize bölgede milliyetçiliğin hala çok güçlü, hesaba katılması gereken bir faktör olduğunu gösterdi. Örneğin Nahda’nın çok belirgin bir milliyetçi söylemi var ve bu ümmet fikrine bağlılıktan daha ağır basıyor. Ulus-ötesi bir İslamdan bahsedenlerin görmediği de bu devrimlerin milli sınırlar içinde yeni bir siyasi yapı kurmaktan öte bir hedefleri olmadığı. Dolayısıyla Tunus’ta hakim olan düşünce Müslüman Kardeşler’in başına gelenlerden ders çıkarmak.

 

UÖ: Sonuç olarak Tunus’ta süreç hala devam ediyor, devrimin sonu gelmedi diyebilir miyiz?

 

NM: Bence öyle. Daha önce de belirttiğim gibi, sonuçta 23 sene diktatörlük altında yaşamış bir toplumdan bahsediyoruz. Ve bu diktatörlük siyasi alanı olduğu gibi kaplamış. Tüm kurumlarıyla işleyen, bütünlüklü bir siyasi alan bir gecede yaratılamaz. Önemli olan farklı siyasi görüşlere sahip gruplar arasındaki diyaloğun sürmesi, herkesi ilgilendiren konuların müzakere edilebilmesi. Bu anlamda gerek seküler, gerekse İslami kesimlerin işlerine geldiğinde sığındıkları kutuplaşma söylemi aslında siyasi/retorik bir strateji ve tabanda gözlenen dinamizmi yansıtmıyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Erdoğan nefreti ve Soma; Gülay Göktürk’e bir cevap

Tokatladığı vatandaşa/göstericiye “İsrail dölü neden kaçıyorsun” diye hitap eden, yani açıkça ırkçı bir terim kullanan bir Başbakanla karşılaştınız mı

Türkiye kendi kaderini tayin etti: Ayrışma!

Ünlü Fransız tarihçi Ernest Renan 1882 yılında yaptığı bir konuşmada milleti bir ruh olarak tanımlar. Bu ruhun varlığını sürdürebilmesi her gün tekrarlanan bir halkoylamasına (plebisit) bağlıdır. Yani millet inşa süreci, milletin kendi kaderini tayin etmesiyle bitmez

Gülen cemaati de yenilgiye uğruyor...

AKP Türkiye genelinde yüzde 40-45 bandında kalacak gibi. Bu sonuç, birçok yorumcunun söylediği gibi, seçmenin yolsuzlukları, vs. onayladığı anlamına gelmese de seçmenin AKP etrafında kenetlendiğini, seçim döneminde yaygınlaşan amiyane tabirle tabanın Erdoğan’ı “yedirmediğini” gösteriyor.