17 Ağustos 2024

Vicdansız hava aracı!

"İnsansız ve Vicdansız Hava Aracı" milyonlarca çocuğun, gencin, kadının, yaşlının üzerinde dolaşıyor, dolaşıyor ve zehir püskürüyor kalplere, akıllara, ruhlara!

Meselenin sadece "sokak hayvanları" olmadığını "Dilruba vakası" tam da kitabın orta yerinden anlatıyor.
Mesele "sokak!"

Sokakta istemedikleri, öfkelendikleri bir "ses" çıkarıldığında, ezmek istiyorlar.
Sokakta bir itirazın olduğunda, üstüne yürüyorlar.
Sokakta onların ya da onlardan olmadığında ve bu ister masum canlılar gibi sessizliğinle ama varlığınla olsun, ister bu "suçlu düzen"e dair bir haykırışın olsun;copluyorlar, topluyorlar.

Hayvanların şanssızlığı, devlet ve iktidar kararıyla idama mahkûm edilmeleri. Onların payına düşen infaz bu. İtiraz hakkı yok, kendini savunması mümkün değil. Ve bundan cesaret almak bir yana, bununla kendinden geçenlerin işkencesi, sopası, zehri, katliam histerisi patlıyor.

İnsanların şanssızlığı, bilhassa gencecik insanların şanssızlığı; iktidarda 23’üncü yılını kutlayanların, halkın ne sofrasında ne sokağında bir umut bırakmamış olması. O umudu kendi itirazıyla, eleştirisiyle, protestosuyla ayakta ve diri tutmak isteyenler ise, karşılarında aslında "ezilenler" ordusundan olup "ezme aygıtı" olarak kullanılanların kulluk gücünü buluveriyor.

Bir sokak röportajında küresel bir erişimin yasaklanmasına karşı itirazını, eleştirisini dile getiren bir genç kadın tutuklanırken; elinde sopayla kedilerin, köpeklerin başlarını ezenlerin sırıtarak serbest kaldığı ülke burası.

Çünkü "sırıtık şiddet" zaten Meclis’ten fetva vermiş. Ne halkını yoksullaştırmaktan, ne gençlerini umutsuzlaştırmaktan, ne "nefret ve şiddet histerisi"ni yıllardır körüklemiş olmaktan utanmış.

Ele geçirilip çürütülmüş medya, özgür ruhu kurutulmuş üniversiteler, muhaliflikleri kaypaklaşabilen partiler, "kurucu muhalif ruhu"nun eseriyle iktidar olup her yıl biraz daha "kıyıcı iktidar ruhsuzluğu" haline gelen bir topyekûn devlet temerküzü ülkenin şanssızlığı.

Ne sopadan ve infazdan canlıları, ne yoksulluk şiddetinden halkı, ne erkek cinayetlerinden kadınları, ne kötü eğitim düzeninin ortasında yalpalayan çocukları, ne ekmek parası için sık sık ölümcül olan işyeri şiddetine kurban edilen çalışanları korumuşsunuz… Ha babam "cumhurbaşkanına hakaret" suçu.

Kim insanları, "çapulcu, cibilliyetsiz, sürtük, çürük, vandal, eşkıya, sefil" ve daha birçok şey sayılmaktan koruyor ki! "Dilruba"nın dili bunların hangi birine yetişmiş olabilir ki!

Mesele sadece bu da değil!

Devlet katından, aradaki "iyi kalpli günler" hariç, sık sık ülke sathına saçılıp "anayurdu nefret ve şiddet ağlarıyla ören" dil, üslup, öfke ve bunların "kanuni" suretleri; bunu benimseyen, bir ötekini hemen yok etmek isteyenleri de besliyor, kışkırtıyor, cüretlendiriyor muhtemelen.

Üstelik bu insanlar sizin komşunuz, akrabanız belki; belki yanınızdan geçti az önce, belki "kötülük" sadece içinde olan bir karanlık değil, zamanla edindiği bir alışkanlık. Bir virüs gibi bulaşıcı.

İşte onlardan biri kedilerin başına sopayla vuruyor, vuruyor… bir başkası, tartıştığı motosikletli gencin ayağını ezip geçiyor… bir diğeri, diğerleri ellerinde sopalarla, zaten yere düşmüş bir kişiyi öldüresiye dövüyor… biri markette omzuna çarptı diye katlediyor, bir diğeri yol vermedi diye. Koca, eski koca, nişanlı, eski sevgili, göz koymuşu derken, yüzlerce kadın bir katilin elinde can veriyor, binlerce kadın şiddetin mengenesinde un ufak ediliyor, binlerce kadın şiddetin ölümcül olması ihtimaliyle yaşıyor, yaşamaksa.

Din, milliyet, mezhep, devlet, militarizm, "erkeklik" gibi "şiddet"i kimlik üzerinden meşrulaştıran her mevzu, her fırsat, üstelik olanca ikiyüzlülüklerle de "elde" ve "eldeki yüzde kaç ise artık" onlara her gün yeniden yeniden zerkediliyor, ülkeyi her gün yeniden yeniden zehirliyor.

"İnsansız ve Vicdansız Hava Aracı" milyonlarca çocuğun, gencin, kadının, yaşlının üzerinde dolaşıyor, dolaşıyor ve zehir püskürüyor kalplere, akıllara, ruhlara!

Ya buna rağmen vicdanın ve aklın direniyor; ya çoktan zehirlenmiş, bir "sopa" olmuşsun!

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

Yazarın Diğer Yazıları

Ya burada olsaydı, burada ölseydi!

Ayşenur Ezgi despotlara, zalimlere karşı eylemlerin ve isyanların genç insanıydı; en önemlisi şimdi cenazesine "sahip" çıkan kimileri gibi ayrım yapmayan bir vicdanı büyütmüştü belli ki. ABD'de siyahların hakları, hayat hakları için mücadele de etmiş; Myanmar'da ezilen, katledilen Arakan Müslümanlarının da yanında yer almıştı

Canım kızım, sen yokken, burada…

Bu dünya ve hayat sizin hakkınız! Hakkını bu cehenneme helal etme kızım! Sesleriyle de sessizlikleriyle de bu suça ortak olduktan sonra, arkandan "Helal ettik" diye çemkirenlere de...

Bu dere buz bağlamış… Dibi Narin bağlamış!

Narin'in kalıcı bir vasiyeti olmalı; son nefesinde yazdığı, bir çuvalın içinde, derenin sularına bıraktığı! Derelerden damarlarımıza aksın ve aklımızı, kalbimizi hafızasız ve duyarsız bir çoraklıktan çıkarsın diye

"
"