01 Ekim 2024

Ölüm: Tevekkül ile isyan!

Yıllardır ölümü hayat adına yazdığımı düşünüyorum. Ne kadarını becerebilmişsem. Ama öyledir işte. Hayatı seviyorsan, bu isyanını da kalbinde, aklında taşıyacaksın. Ve her “zamansız” ölümde, her “zulüm, cinayet ve katliam”da ölüm senin isyanını da besleyecek, kışkırtacak

Hiç düşünmesen de bir yerde, bir zamanda o seni düşünüyor olmalı.

Etrafında dolaşıyor; zaman, mekân ve ihtimal kolluyor. Aklından çıkarıyorsun, aklına geliyor. Olmayacakmış gibi davranıyorsun, olacağını bildiriyor. İster dualar ister temenniler, ister hayaller ister gündelik işler ve ayrıntılar; belli ki çok umursamıyor.

“Genç, hatta çocuk ölümler ülkesinde” yaş ölümlerini, ileri yaşlarda hastalık tükenişlerini düşünmek belki ayıp zaten. Lakin ister istemez işte!

Her kalkan tanıdık cenaze, hayattan film karelerini hızla oynatıp “son”u hatırlatıyor. Biraz da sen ölüyorsun. Hayatta ve ayaktasın ama biraz da sen o sonda kendini görüyorsun.

Faruk Zabcı

Son günlerde Ahmet Çakır, Ercan Güven, Faruk Abi (Zabcı) “veda etti” diyeceğim ama veda çok başka bir an olmalı. Kimle, nasıl, kaç kişiyle, hayatının tümüyle nasıl vedalaşırsın? Gidiyorsun bir şekilde. Kalanlar cümleler kuruyor, yakınların acı çekiyor; tanısalar da, biraz uzakta olanlar, epeydir görmediklerin, hayat ağacının dallarında budaklarında kendi dertlerine düşmüş olanlar ise bu hayatın hızına uygun biçimde hızla üzülüp bir sonraki adımlarına koşuyorlar.

Başkaları da oldu, başka tanıdıklar da öldü bu kısacık sürede. İsimlerini sevgiyle andıklarım benim meslektaşlarımdı. Ölen, öldürülen “eski gazetecilik”te işlerini onurla, beceriyle, emekle, tutkuyla yapanlardı.

Ahmet Çakır

Ahmet Çakır “eski spor yazarlığı”nın, öyle TV ekranında atıp tutmayan; düşünen, araştıran, kelimelere lezzet katarak yazanların son temsilcilerinden diyeyim.

Ercan Güven benim yıllarca Milliyet’teki çalışma arkadaşlarımdandı. Aklıyla, beyefendiliğiyle, çalışkanlığı ve tevazuuyla saygı duyup sevdiklerimden. Genel yayın yönetmeni olup “Spor sayfaları”na kendi futbol aşkımla da daha çok özen göstermek istediğimde, oraya özel bir akıl ve hakiki emek koyanlardandı.

Ercan Güven

Faruk Abi’yle aynı okul yıllığı içindeyiz. Galatasaray Lisesi’nin 100. Yıl albümü. Ben Ortaköy’deki ilkokulun mezunu, o Beyoğlu’ndaki lisenin mezunu. Biliyor muydu o zaman gazeteci olacağını, ben bilmiyordum ama gazeteci-spor yazarı ve spikeri bir babanın oğlu, ilkokulu bitirdiğimde Basınköy Gazeteciler Kooperatifi diye mütevazı bir cennetin Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Çetin Altan, İslam Çupi, Doğan Koloğlu ve daha niceleri gibi ustalarıyla büyümekte olan bir çocuk olarak, belki de “mukadder kader” oydu. Meslektaş olduk, haberleştik, bir süre aynı gazetede çalıştık. Son zamanları kötüymüş, bilemedik ölümüne kadar.

Narinler’in, Uğur Kaymazlar’ın, Seyhan Doğanlar’ın çocuk yaşta, ölmediği, öldürüldüğü bir ülkede, insanın kendi “doğal ölüm” hikayeleri bazen utandırıyor. Çünkü onlara yaşatılmayan bir hayatı, üstelik yaptığımız işlerden keyif de alarak, elbette sık sık sıkıntıyla da olsa, kimimiz kendi çocuklarını, hatta torunlarını bile görerek, büyüterek yaşadık.

Yine de her giden, yeni bir hüzün. Aslında çoğu zaman eski hüzünler bile sökülüp geliyor. Kırmışsan, yeterince görememişsen, ihmal etmişsen; giden, elbette öyle olsun istemeden, bunları da sana bırakıp gidiyor.

Daha 6 yaşında olmadan babanı kaybetmişsen, benim gibi, yani zannettiğim üzre, ölüme yakın, ölüme yatkın, ölüme alışkın oldum zannediyorsun. Ama zannediyorsun. Ölüm yakınlarına geldiğinde bir bakıma yakınına da geliyor, o an yanına değilse bile. Annemin bir bebek gibi, parmağımı avuçlarının içine alarak son nefesini verişi gibi. İşte o artık yok ama ben hep buradayım, diyor.

Ölüm, ölümsüz!

O son nefes, onun sesi, nefesi.

Sene 1983, Cumhuriyet Yazı İşleri: Oturanlarda ortada gözlüklü olan 31 yaşında Cumhuriyet Yazı İşleri Müdürü olan Okay Gönensin, sağında piposuyla 1. sayfa çizeri Ali Ulvi Ersoy, yanında idare bölümünden Ahmet Korulsan, yanında Nurgün Erdinç, karşılarında Işık Yurtçu, Gönensin'in solunda telefonuyla Görsel Yönetmen Ali Acar, onun yanında 'Arap Adnan' Adnan Akgünel, ayakta sol başta Umur Talu, yanında Necdet Doğan, ayaktakiler arasında soldan dördüncü Mehmet Ataberk
(Kaynak: Umur Talu'nun, Okay Gönensin'in öldüğü 13 Temmuz 2017'de "Hasan Cemal yukarıda. Yalçın Bayer, Ümit Kıvanç, Deniz Som yan bölmede" notuyla yaptığı sosyal medya paylaşımı)


Hayatımın dört ana ekseni olmuştu: İçine doğduğum ailem; 12 yıl yatılı okuduğum okulum; kendi kurduğum aile; bir de gazetecilik, gazeteler, gazeteciler.

Neredeyse hepsi şu veya bu biçimde, elbette en çoğu ölüm, ama kayıplarla fotoğraflarda, anılarda.

Mesela Cumhuriyet gazetesinde siyah beyaz bir yazıişleri fotoğrafı: Da Vinci’nin “İsa’nın Son Yemeği” gibi. Tabak, yemek yok tabii; belki birazdan bir yerlerden bir şeyler söyleyip yemişizdir. 25-26 yaşında olmalıyım.

Fotoğrafı ele geçiren ölüm, bir süredir “yarımızdan fazlası.” Fotoğrafı çeken de dahil. Yaşlanmadan üstelik çoğu! Milliyet de öyle. Çoğu yok artık.

Bir başka fotoğraf ilkokuldan. 6-7 yaşında yatılı girmişiz, biraz şaşkın, biraz bizi bekleyen şeylerin merakı, neredeyse kimse gülümsememiş o yaşta bile. İki sınıf, yani şubeyiz zaten. 60’dan biraz fazlayız.

Geçen yıl, hayatta olup gelemeyenler dışında, yine epeyce kalabalık buluştuğumuzda, üçte birimize yakınının artık yaşamadığını, isimlerini, hatıralarını anarak elbette, ama sayıyla da saydık. Uzun masalardaydık. Ölenleri anıp hayata dönüp neşelendik de. Ama belki başkalarına da oldu; masalarda dolaşıyordu gözlerim, bir kendimi göremeden! Bir sene sonra kim eksilecek sorusuyla. Bir sene sonra “üçte birine yakın” galiba “üçte bir” olmuştu!

Mohamed El Khatib, Fas kökenli bir işçi ailesine doğmuş Fransız yönetmen, yazar, eski futbolcu, sosyolog, gazeteci, tiyatro yazar, yönetmen ve eleştirmeni.

2016’da annesinin ölümü üzerine yazdığı “Güzellik içinde bitirmek” oyunuyla büyük ödül aldı. Sonra yine ölüm üzerine bir oyun metni, çocuklarını kaybeden iki sanatçının hikayesini Fransız Akademisi basmaya değer buldu. Ölümü yazdı, oynattı ama hayatı da: Lens futbol takımının 58 sıkı taraftarını sahneye çıkardığı bir oyunla mesela. Hayatın içindeki insanlarla, hayatın içinden kayıp insanların öyküleriyle kurguladı hayatı.

Birkaç gün önce France Inter’deydi, diyordu ki:

“Yaşlılık ölü bir açı. Yaşlıları görmek istemiyoruz ve bu tabu olmuş. 20 kadar EHPAD’ı ziyaret ettim. (Bunlar pandemi sırasında çok sayıda kayıp veren bakım evleri.) Çoğu kent dışındaydı ve genellikle mezarlıkların kıyısında. Sanki bu ‘son’ mekanları ile kabir arasında kestirme bir yol varmışçasına.”

Narin Güran için yapılan eylem

Neden kendi hikayesini de özetledim? Şu yüzden: Sanatçı olarak hayat kadar ölümü de işleyerek; anne ölümünden çocuk ölümlerine kadar, bunu hissederek, bilerek, yazarak, anlatarak yapıyor zaten o ziyareti. Çünkü ölümü bilmek, ille de tevekkül değil, bazen de isyan. Evet, çocuk ölümlerine isyan, erken ölümlere isyan. Kendi ölümünü tevekkülle bekleyebilirsin ama çocuk, genç ölümlerine isyan edemiyorsan, aslında hayat sevgin tartışmalıdır.

Kibirlerinin de bir kabri olacağını akıllarına getirmeyen zalimler, despotlar, kindarların böyle bir isyanının olduğu şüpheli. Onlar kendilerini ölümsüz sanıyor, sonra çocukları öldürülenlerden tevekkül ve itaat, hayatları çalınanların yakınlarından sükûnet ve biat bekliyorlar.

Sadece üzülmeyeceğiz onlar böyle yaptıklarında. Tekrar tekrar, hayat adına, hesap sormayı unutmadan bileceğiz ölümü de hayatı da.

Yıllardır ölümü hayat adına yazdığımı düşünüyorum. Ne kadarını becerebilmişsem. Ama öyledir işte. Hayatı seviyorsan, bu isyanını da kalbinde, aklında taşıyacaksın. Ve her “zamansız” ölümde, her “zulüm, cinayet ve katliam”da ölüm senin isyanını da besleyecek, kışkırtacak.

Gençlik fırtınaları, onca kayıp, sonra yaş, baş, sağlık vesaire… Kendi ölümüme hep dost; Narinler’in, Uğurlar’ın, Seyhanlar’ın yok edilişine hep isyanda olmak isteyişim o yüzden.

Ayırmadan ama… Polisin, devletin, zalimlerin katlettiği çocukları da hiç unutmadan! Kanlı, acımasız, merhametsiz kibir sahiplerinin yüzüne doğrultarak şu anda klavyede gezinen parmağı; son sesimizle, son nefesimizle bile olsa!

Ölümü iyi bilirsen, kendininki bir yana, herkesin hayatı başka türlü kıymetli olur!

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ah Mehmet Şimşek!

Şöyle 22 yıla, 22 yıl sonunda geldiğimiz yere bir bakın; ister Türkçe ister İngilizce: Tek düğüncü Mustaa Bey, tek derdimiz damada hediyeler, tek kirimiz, pasımız, çamurumuz “düğün davetiyesi olsa” değil mi?

Seçimde ne yaptım baba!

28 Şubat sonrasında, babası “en mağdur” iken, partisi kapatılırken, “ABD filan desteğiyle” de “Milli Görüş bayrağını attık” diyerek ve “mağduriyet” kılığıyla AKP’yi kuranların Necmettin Erbakan’ı nasıl “sattığını” hiç unutmazdı 2023 seçimlerinde de. Babasını satanlar halkı da satmış olabilir mi!

Bu kadar kötülük!

“İnsanın içindeki kötülük” ile “insanın aklından kalbine kadar içine içine zerk edilen kötülük, sıkışmışlık, öfke, nefret, şiddet, otoriterlik” arasında hiçbir bağ yoksa, “normal” zannedilenler ile “anormal” haller arasında hiç köprü yoksa; sadece kendimden “dubito ergo sum” ve ne mutlu bize, size!

"
"