“Barış” nihayetinde, “iki adam”ın ani karar değişiklikleri ve “tek adam”ın çağrısına bağlı idiyse, “açılım”dan bu yana neden bu kadar zaman geçti, bu kadar genç hayat daha bitip bu “ölü toprağı”nda binlercesine eklendi? Neden şimdi?
“Yurtta sulh cihanda sulh” değerli bir “ideal” olarak bu ülkenin hafıza duvarlarında asılı kalmıştı. “Cihanda barış” komşularla iyi ilişkilerle, Misak-ı Milli’yle tesis edilmek istendi ama “cihan” çok büyüktü ve o sırada, ırkçılığın azmasıyla da bir dünya savaşına hazırlanıyordu. “Yurtta barış” ise, başta etnik nefret ve şiddet ile, bir asır sonra bile bir “ideal söz” olarak kaldı: Türkiye’nin “kekeme iç savaşı” yani bir ileri geri ama sürekli çatışma hali; “içeride” hep düşmanlıklar, çatışmalar, etnik şiddet ve etnisiteye şiddet sürüp gitti. Darbeler, adam asmacalar, katliamlar, yırtılmalar, toplumun baklava gibi enine boyuna bölünmeleri, nefret ve kin asla bitmedi; yeni veçhelerle sürüp gitti.
Şimdi bu “niyetler” kötü mü? “Niyet” barış ise, “silahsız çakışma” sayesinde “silahlı çatışma”nın bitmesi ise, niye kötü olsun. Ama burası “niyet”ten ziyade “art niyet” ülkesi ve devleti! Burada “Harp ve Sulh” bir roman değil, karanlık bir orman! Her ikisi de araç, manivela, kaldıraç, tahkim, hesap işi elbette. Ormanda hangisinin çıkacağını bilmiyorsun; hangi ağacın arkasında ne beklediğini.
Hele hele bu iktidar, halkının “silahsız” kendi halinde mensuplarının önemli kısmını bile kolayca düşman görüyorken, samimiyet, ilke, tutarlılık, “iyi niyet” çoğu zaman “Kurt”un “Kırmızı bayraklı kız”a tuzağından ibaret hale geliyor!
Çünkü, tabiattaki hakiki kurtları tenzih ederim, tilkileri de… Şöyle bir şey var: Bu gösterişçi ve dayatmacı “koyu inanç sahipleri”nin düşünce ve kurnazlık ve hatta kibir-kin-nefret ruhunda; “inanç” kucaklayıcılığın, bağışlayıcılığın, hak ve hakkaniyetin, adaletin, utanma duygusunun ve hakiki sevabın vesilesi olmuyor pek. Tam tersine “inanç” genellikle günahlarının can simidi, pelerini, maskesi! “İnanç adına” yalanlar, kötülükler, günahlar, “kul hakkı” gaspı; “inanç sayesinde” hepsinin gerekçe bulması ve meşrulaşıp kendince affolması. Organizasyon ve mekanizma böyle. Değil mi yoksa!
Bu ülkede, her etnisite, dini inanç ve inançsızlıktan milyonlarca anne baba, çoğunluğu diyelim, çocukları kendilerinden daha iyi bir geleceğe sahip olsun diye çabaladı, çabalıyor. Ve büyük çoğunluğu bu yolda yenildi, yutuldu. O gelecek onlardan alındı, çalındı. Şimdi “barış çiçekleri” saksıya konulurken onca yıldır, onlarca yıldır “savaş dikenleri”nde hayatını veren, bedeni parça parça paramparça eksilen, ruhu yaralı kalmış “herkesin çocukları”nın, binlerce binlercesinin “yaşama hakkı” dahil. Sadece dahil değil, en başta hatta.
Onlara sadece “hesapçı bir barış” borçlu olamaz bu ülkenin gelmiş geçmiş ve gelmiş bir türlü geçmemiş iktidarları. Onlara özür, özeleştiri, utanma duygusu da borçlular. Çünkü “adam adama” bu kadar kolay bir şeyse “barış” ve bir de Anayasa değişikliği ile iktidarı uzatmalara nakliye ameliyesiyse, utanç da derin olmalı!
Esasında kendi halkıyla “ekonomik savaş” vermekte olan bir iktidar düzeni var. Sadece gençlerin, çocukların geleceklerini sömürgeleştirmekle, rehin almakla, kurutmakla kalmıyor ki… Yaşlıların, emeklilerin, bu hayattaki son demlerine olsun insanca tutunmak isteyenlerin geçmiş emekleri de gasp edilmiş durumda. İnsanların ve hayatlarının, kaç yaşında olurlarsa olsun, değersizleştirilmesinden söz ediyorum. Kendilerini aşırı kıymetli görenlerin insanlarını kıymetsizleştirme operasyonu adeta! Kısaca, bugünün yetişkinleri ve yaşlılarının günü karardı; yarının büyüklerinin ise yarını muğlak, muallakta, karanlıkta.
Çünkü “Harp ve Sulh” gibi, bizzat insanın insanlığı da bir “araç.” Kendi hataları, kendi duyarsızlıkları, kendi hesapları yüzünden on binlerce insan yaşamıyor; yaşayan milyonlar ise insanca bir hayat değil, çırpına çırpına ayakta tutulmaya çalışılan bir ömre mahkûm.
“Nerede yanlış yaptık?” diye başlayarak yanlışları için bir özür borcu bile hissetmeyenlerin, sanki faiz kararıymış gibi bir ileri bir geri giderek, sık sık “fazla ileri” gidip daha da geri giderek; pişkinliklerini, “ben bilirim”leri, her iki durumda da “doğru yaptıkları”nı savunabilmesi ve gerçekten demokratik, adil, hakkaniyetli bir ülkeye sevdalı olması nasıl mümkün olabilir? Dayatmalarla kabul ettirmek değil sadece. Halkın, bireylerin kendi akıllarında ve vicdanlarında, muhakemesinde bu manevra ve hesapları onların arzu ettiği şekilde kabullenip kabullenmemesi sorun.
Burası onca kaynağı ve insan gücüyle, elbette bir “barış ülkesi” olabilir. Ancak yanlışlarını, kötülüklerini, hesapçılıklarını önce kendilerine ve halka ifade edebilen, siyasi veya biyolojik ömürlerinin son deminde olsun bu yüzleşme ve hesaplaşmayı yapabilen cesaret ve samimiyet sahipleriyle!
Not: Başlıktaki eserlerin müellifleri Tolstoy ve Dostoyevski arasında bir “tercih” yapmanız şart değil! Tercihleri daha hayati konularda yapabilmeniz, yapabilmemiz umuduyla. Hayal kötü değildir ve umut iyidir ama “illüzyon” afallatır!
Umur Talu kimdir?
Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.
Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.
Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.
Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.
İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.
Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.
Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.
Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.
Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı.
|