22 Ekim 2024

Fotoğrafı var canım bebekler!

Savcılar, hakimler, yani iktidar kuklası olmayanlar cesaretlenecek, muhalefet aklını başına alacak, gazeteci gazeteci olacak, halk görecek, anlayacak, kendi hayatını da rehin almış bu vahşiliğe itiraz edecek… Fotoğraftan atacak!

“Bebek katliamı çetesi”nin lideri midir yoksa bu "zengin" kanalizasyonun lideri midir, her neyse, “Zengin” kişi Devlet’le yan yana fotoğraf çektirip durmuş. Nasıl yapmış, nasıl becermiş sorusu bir yana, o “hepimizden yüksek” şahıslar nasıl olup da onunla yan yana gelmiş.

"Yenidoğan çetesi"nin lideri olduğu iddia edilen Mustafa Kemal Zengin ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

“Çekilmemişler” tabii, “çektirmişler” ve çünkü adamda vicdan kapkara olsa da nihayetinde “arsızlık düzeni”nin bir parçası o ve bu düzenin asıl kurucuları onunla yan yana olmakta tereddüt bile etmemiş!

Cumhurbaşkanı’yla da fotoğrafı var, MİT Müsteşarı’yla da bakanlarla da “bakara makara”cıyla da. “Pek muhafazkâr iktidar” koleksiyonu ve albümüne (herhalde hiçbiri farkında olmadan) “ulusalcı” sanatçı ve gazeteciler de eklemiş. Bir savcı, “normali mucize sayıyoruz” ya, o kareye girmemiş!

Adam ne yaptığını bilerek sırıtıyor; devlet erkânı, hadi adamın neler yaptığını bilmeseler de “gururla” poz veriyor. Bu neyin gururu?

“Güç transferi”nin! Her bir fotoğraf adamın, zanlı hastanelerin, kanlı “yenidoğan çetesi”nin gücüne, cüretine, vicdansızlık ve katliamına güç katmış. “Güç transferi” kanka holdinglere sürekli ihale, kaynak, arazi ve maden aktarımından buralara kadar uzanmış işte! Her bir fotoğraf, bir “güç transplantasyonu” olarak bebeklerin üzerine çullanmakta doping! olmalı.

Çektir fotoğrafı, bas ilacı dünyaya daha gözünü bile açamamış bebeklere, doğum sevincini henüz yaşamamış anaları babaları hayal kırıklıklarıyla, gözyaşlarıyla boğ gitsin.

Her bir fotoğraf bize kadınların, genç kızların, Narinler’in, çocukların, çalışanların, emeklilerin, olan bitene itirazı olanların, sokak hayvanlarının üzerine çullanmış bu düzenin; millete din, ahlak, tevekkül iğneleri yaparken, bebeklere de saldıracak bir çılgınlığa nasıl ulaşabildiğini anlatmalı. Bilhassa da kendi halinde “AKP seçmeni kardeşler”e!

Çünkü ekmekleriniz çalınırken, sofranız küçülürken, bebeklikten hayata doğru adımlar atmış çocuklarınız bu cehennemde bir gelecek hayaliyle her yaşta emeklerken, Osman Kavala suçsuzluğuyla zindanda tutulurken, seçilmiş milletvekili ve “halk avukatı” Can Atalay “güç ağları”nın kin ve intikam mahpusuyken; hak arayan kadınlar, işçiler, öğrenciler, LGBTİ artı, kim varsa coplanırken, toplanırken; bir yerlerde bebekler de “ölüme mahkûm” edilmiş. İrili ufaklı çete üyeleri elinde, “yenidoğan hayatları” ölüme mahkûm edilmiş.

Bunların hiçbiri birbirinden kopuk değil. Fotoğrafı var bebeğim!

Ayırma ve kayırma düzeninin arsızlığı, yüzsüzlüğü, vahşiliği sadece “beşli çete”lere ihale ve servet aktarmıyor; bebek cesetlerini de kasalara havale ediyor. O yüzdenmiş, kimileri sağlık bakanlarının bile olan bu kadar hastalıklı hastane de; o yüzdenmiş her pislik, çamur, irin ağında “iktidar fotoları”nın da çıkması da; o yüzdenmiş itirazı olan insanlara “Sürtük, çürük” derken bu sürtüklükler, bu kesif, katil çürüme!

“Bir savcı çıktı” diye sevinen bir toplum olmak ne acı. Tek bir savcıda bunca adaletsizliğin, kirine, irine, kanına, nefret ve şiddetine, sınırsız vahşetine, akıl almaz cüretine karşı teselli bulmak ne acı! Ama o teselliye sarılmaktan başka çare yok. Medyanın yok edildiği, hakiki gazeteciliğin boğulmak istendiği bu karanlıkta inatla hakikate fener tutan, çoğu genç gazeteciler de “iyi ki”miz bizim! O fotoğraflara tek tek bakmaktan ve hesap sormaktan, sorulmasını ısrarla istemekten, bu “Narin çocuklar ve bebekler katliamı”nın esas aile fotoğrafını görmek ve göstermekten başka verebileceğimiz bir şey yok o minicik bebeklerin ruhuna.

Milyonlarca yoksulu, yoksunu olan halktan; toprakları, kıyıları, tarım arazilerini, alın terlerini, ekmeklerini, geleceklerini çaldılar, gasp ettiler; kadınların, gençlerin, hayvanların hayatlarını aldılar… Bir soluk peşindeki bebekleri de ceset ceset birbirlerine ciro etmişler.

“Hamili kart” yerine geçen fotoğraf o kadar net ki. Bir çete iktidar bağını açık saçık göstermeden azamıyor. Aynı anda en alttakilerin; kimi hastabakıcının, hemşirenin, ambulans şoförünün “onayı ve desteği” olmadan, çetenin muktedirleri iş çeviremiyor. Halkın ciddi bir kesiminin oyları olmadan “beşli çeteler”in ülkenin kanını emmesi de mümkün değil ya, öyle. O yüzden bir fotoğrafa bakarken, albümün ve filmin tamamını görmek lazım. Öyle değil mi, “selfie”ci milletim, bilhassa da o oyların sahibi halkım! Kendimize bakıp durmaktan ziyade, esas bakacağımız fotoğraflar orada ortada duruyor. Seyretmek de yetmez ama oradan başlamalı en azından.

Mafya fotosu çıkıyor, yanında “iktidar parçası.” “Milletin anasını şey edelim” diyen arsızlar çakıyor, yanında “iktidar merkezi.” Deprem katliamı müteahhidi pis pis bakıyor, yanında “iktidar bayları ve fayları.” Bebek çetesi onca zaman sonra mecburen açığa düşüyor, yanında “iktidar sırıtışı.” Yazı okumayı sevmeyen bile en azından “resimlere baksın” diye çekinmeden çektirip duruyorlar adeta!

Bebeklerin canlarının, hayatlarının kutsal bir emanet olduğu, “özel” vicdansızlık hastanelerinde ölüme çivilenmesi şunu anlatmalı: Herkese bir tabut çoktan hazır bu düzende. Bebek ölebilirsin, Narin ölebilirsin, Rojin ölebilirsin, Can olabilir, her an can verebilirsin! Kadın katliamından, işçi katliamından, bugün duruşması olan Isias deprem katliamından, bebek katliamından nasibini alabilirsin gülüm!

Ne yapmalı peki? Savcılar, hakimler, yani iktidar kuklası olmayanlar cesaretlenecek, muhalefet aklını başına alacak, gazeteci gazeteci olacak, halk görecek, anlayacak, kendi hayatını da rehin almış bu vahşiliğe itiraz edecek… Fotoğraftan atacak!

Bundan 15 yıl önce yine “Bebek Katliamı” yazmışım, o zamanlar “buyruk- kuyruk” değil, iyi kötü bir gazete olan Sabah’ta. Aşağıda. Okumanız da şart değil. Fotoğraflara dikkatli ve bıkmadan baksanız, yeter zaten! Bebek ölümleri bitmemiş, bana yetmemiş ki, 16 yıl önce de 10 yıl önce de yazmışım.

Çünkü intihar etmişti bebekler!

(15 yıl önceki yazım)

Ankara'da Zekai Tahir Burak Hastanesi'nde 15 günde 27 bebek ölmüştü.

Savcılık bu bebek ölümlerinin üstüne gitmek istedi. Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu "Ön inceleme raporu" hastaneyi "sorumlu" bulmadı. Ankara Valiliği de bu "ön"e dayanarak Savcılık ve hukukun bu olayı soruşturmasına, başhekim ve doktorları sorgulamasına izin vermedi.

İtirazlara kadar, dosya ortadan kalktı. Bebeklerin ruhu öylece baktı!

Sağlık Bakanlığı ve Valilik'in şefkatli kararlarından şu sonucu çıkardım: Hastane sorumlu olmadığına göre bebekler sorumlu idi! Çünkü burası Etiyopya idi, Somali idi, Biafra idi. Çünkü orası başkent değil, dağ başında mezra idi. Çünkü orası tertemiz, ihmalsiz bir hastane, ama bebekler "yaramaz" idi.

Çünkü Sağlık Bakanlığı'nın hasta yığan tedbirlerinden ötürü orada bir kuvöze bir dolu bebek sıkıştırılmamıştı; bebekleri anaları üst üste doğurup yığmıştı. Çünkü (tabii ki günahlarını almayayım) doktorların herhangi bir sorumluluğu olamazdı; çünkü bebekler sorumluluk sahibi olmalıydı.

Çünkü kim bilir hangi ailevi nedenlerle, dünya ve ülke sorunlarından ötürü kim bilir nasıl bir bunalımla, kısa sürede 27 bebek intihar etmişti!

Bence bir de şu vardı: Bu ülkede ölü bebek olmanın, bebek olarak ölmenin "ilginç" bir tarafı yok! Çünkü acımasız olacak ama bebek "yenilenebilir" bir kaynak! Çok var ve zaten çok ölüyorlar! O rapor bile "zaten bebek ölüm oranı çok" diye pişkinlik yapıyor.

Vilayetin, Bakanlığın henüz adı bile konmamış bebekleri insandan sayacak bir insani ve vicdani geleneği muhtemelen pek yok. Bunu öğreten bir mektep ve bir devlet belki henüz yok!

Sorun, hayata bağlamak yerine kolayca ölüme yollamak eğilimindeki sağlık sisteminin, hastane koşullarının, personel politikasının da incelenip gündeme getirilmesi... Zahmet olmazsa, az düzeltilmesiydi. Bu bile mümkün olmuyor işte! O zaman... Bebekler öldü... Yaşasın devlet!

(Alttaki de 10 yıl önce Habertürk’teki yazımdan)

Bir hastanede 76 bebek... Bir başkasında bir gecede 13 bebek. ""Normal" denen, memleketin "bebekleri"ni hastanelerde dahi yaşatamamasına dair bir şey.

Mezrada değil. Ücrada değil. Ankara ve İzmir'in hastanelerinden bahsediyoruz.

Bebekler doğar doğmaz "ilk eğitim"i alıyorlar: Doğarken ölmek de normal!

"Araştırma" yapanlar herhalde şuna dikkat ediyordur: Bu kadar çok prematüre bebek doğumu normal mi? Hastanede ilk nefesi son nefesiyle buluşuveren bebekler, bu bir satırlık ömre hangi kadersiz kaderler tarafından sürükleniyor?

Sanmayın ki, umutla, heyecanla, sabırla veya sabırsızlıkla beklenen, en minik halinde dahi uzun bir hayatı olsun istenen bebeğin "hiçbir maddi karşılığı" olamaz! "Mahkeme", üç yıl önce Edirne Tıp'ta ölen bebeklerden kiminin ailesine tazminat ödenmesine hükmetmişti: Maddi 8 bin 295 YTL. Anneye manevi 10 bin YTL. Babaya manevi 10 bin YTL.

Öyle işte! Birkaç günlük ömürlerinden ailelerine minik bir miras dahi bırakmıştı, adını, göbek adını, soyadını da alıp tüy gibi uçuverenler.

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Cehennemde umut ve mücadele!

Kurutulan ülke, bebeklerin, çocukların, gençlerin kanıyla, canıyla, hayal kırıklıklarıyla, gözyaşlarıyla sulanıyordu; yine de işte iki kelime de inatla orada duruyor, aklımıza ve kalbimize bir daha yazılıyordu: Umut ve mücadele!

1 büyüktür 193'ten!

Şımarıklık, küstahlık, vurdumduymazlık, başkalarına hayat tanımayan kibir ve ırkçılığa uzanan “nefret ve şiddet” boşuna palazlanmıyor!

Soma’da 10’uncu yıl marşı!

Hem patron ol hem iktidar milletvekili, sonra iki sıfatın da birbirinden güç alarak, işçilere salla, “Boyun eğmeyiz” diye. Onların parmaklarından başka kaybedecekleri bir şey yok, desem siz “İktidarın kestiği parmak acımaz” diyecek kadar pişkin misiniz?

"
"