24 Şubat 2024

Bir şeftali bin şeftali!

Kötüleri biliriz, tanırız, ürkeriz, öfkeleniriz. Ama o şeftaliyi uzatacaksın veya neyin kahramanca veya korkunç olduğunun ayırdına varacaksın! Mesele budur. Kalbimizin, aklımızın, hayatımızın esas meselesi!

Sahnemiz İkinci Dünya Savaşı… İnsanlığın numaralayarak bir öncekini de tanımladığı, bir sonrakini beklediği felaket.

Bir İngiliz asker Kuzey Afrika'da Rommel'in Nazi Almanya'sı kuvvetlerine esir düşer. 1500 kilometre kamyon yolculuğu, savaş esirlerini ayakta öldüre öldüre nihayetinde İtalya'da son bulur.

O sağ kalabildiği için o şeftaliyi görebilecektir.

Esirler sokaklarda, caddelerde yürütülürken, kadın erkek, hatta çoluk çocuk, yol kenarlarındaki kalabalık ahali onlara vurur, tükürür, küfür eder, tekme atar.

"Birden bir genç kız çıkageldi kalabalık arasından." Muhtemelen onun da kendisine vuracağını düşünmüştür esir asker. Ama inanamaz ve ömür boyu kalbinde atacak bir insanlık umuduna kavuşur o anda: "Bir şeftali uzattı bana ve uzaklaştı."

Onca linç kalabalığı arasından bir kız çıkagelir, Behrengi'nin "Bir Şeftali Bin Şeftali"sinden adeta, "Bir"i uzatır, şeftaliyle birlikte o linçe içeriden, yüreğiyle, öyle ya da böyle eylemiyle direnir bir bakıma. Değiştiremese bile o kitleyi, onlardan biri olmayı reddettiğini dünyaya böyle ilan eder.

O asker sağ kalabildiği için bize o şeftaliyi, adını bilmediği o kızı anlatır ve bu sadece "hatıra" olmakla kalmaz, bir "etik dersi"ne dönüşür.

Tükürebilir, vurabilir, kitleye, araziye uyabilirdin!

Tükürmeyebilir, vurmayabilir, öyle seyirci kalabilirdin!

Tükürmedin, vurmadın, seyirci de kalmadın; bir eylemde bulundun. Bir şeftali bin şeftali oldu. 2024'te bak bana kadar da ulaştı!

Ben o şeftaliyi aldım, misal kızlarıma uzattım, misal kokladım, misal kalbime koydum, misal size sundum.

Desen: Selçuk Demirel

Aynı Netflix belgeselinde yine sağ kalmış başka bir İngiliz asker. Bir savaş pilotu. Yıllar sonra yaşlı yaşı ve yaşlı gözleri, aklından kalbinden gitmemiş bir acıyla, "görev, ödev" anlatırken bir insanlık sorusu da bırakıverir şeftalinin yanına.

Nazi Almanya'sının Avrupa'ya hakimiyeti, Sovyet cephesindeki bir ileri bir geri hâli sırasında, epeyce bombardımana maruz kalmış İngiltere'den kalkan savaş uçaklarının yeni görevi "Düşmanı sivilleriyle vurmak"tır.

Ah evet, savaşın Nazi Cephesi insanlık düşmanlığı, soykırım, faşizm ise; öteki "demokrasi" tarafı da, şehirlerin ve sivillerin yok edildiği, nihayetinde atom bombasıyla çıldırmış kitlesel imha ile maluldür.

Ama olabilecek en kötünün yanında, mümkün ve muzaffer bir kötü tarihte daha silik durur.

İngiliz, Amerikan ve Kanada uçakları Hamburg'u gece gündüz bombalar. Bilhassa geceleri aleve boğan yangın bombalarıyla.

Nihayetinde bir komutan geri dönmüş pilotları toplar, kutlar ama son bir Hamburg görevi daha emreder:

Bir kez daha gideceklerdir çünkü şehir dümdüz edilmiş, binlerce sivil ölmüş olsa da, büyük postane ayaktadır ve içinde binlerce sivil "henüz sağ"dır.

Şimdi havalanacak, tek bir sivil kalmayana kadar orayı da yerle bir edeceklerdir.

Emirlere uyan pilot, yıllar sonra, o günkü hisleriyle bize şunu söyler: "Onlar kötü adamlardı, biz iyi adamlardık. Ama şimdi ne farkımız vardı? Gittik ve yaptık. Seçim şansımız yoktu. Ama bu kahramanca bir şey değildi, korkunç bir şeydi."

Hamburg'da o bir haftada bir hesaba göre en az 40 bin, bir başkasına göre 60 bin sivil "Kahramanca olmayan korkunç bir şey"le ölür, pardon öldürülür.

Bu felaketleri biliyoruz. Sayısız. Bizim için önemli olan, bunları bilmek değil, en koyu karanlıkta bile, bu dünyada bir şeftali uzatabilen bir kızın çıkabildiğini görebilmek, yani o umudu hissedebilmektir.

"Görevi tamamlayıp kutlanmış ve sağ kalmış" bir pilotun yıllar sonra "Bu kahramanca bir şey değil, korkunçtu" diyen vicdanını taşıyıp durmasıdır. Yani o vicdanı değerli bulabilmektir.

Kötüleri biliriz, tanırız, ürkeriz, öfkeleniriz. Ama o şeftaliyi uzatacaksın veya neyin kahramanca veya korkunç olduğunun ayırdına varacaksın! Mesele budur. Kalbimizin, aklımızın, hayatımızın esas meselesi!

O yüzden, (daha parti içinde ittifak kuramamış olsalar da) muhalif partilerin "kötü" karşısında ittifaktan aciz kalmaları; işçileri toprağa gömen, imar yağmasıyla binlerce canı betonda yok eden, kadınların katlini kolaylaştıran, kıyıları, ormanları talan eden, insana da hayvana da düşman, çocukları ve kadınları elinde rehine gören, topyekûn yoksullaştıran, yoksunlaştıran, hayatı da ruhları da çoraklaştıran, her şeyi bildiğini sanmakla kalmayıp "buyuran" bu linççi düzene bir ahlak dersi verebilmesi gerekirdi mesela.

Yerel meclislerde yarışıp başkanlık seçimlerini kafadan iki turlu olarak kurgulayabilmeleri gibi. Hayır nerede muhalefete ekmek varsa, oradan nemalanmaya çalışmak daha "realist" çünkü!

Ne mütevazı bir cesaretle şeftali uzatmasını biliyorlar, ne esas neyin kahramanca olup olmadığının farkındalar.

Bir ceviz ağacı bile diyor ki, "Ne sağım farkında, ne de solum farkında!"

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet) , Dipsiz Medya (İletişim) , Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yaş 13'tü, 22 yıl sonra yine 13!

Tecavüze uğrayanı tecavüzcüyle evlendirmeyi içinden geçirmekle kalmayıp dışına da şey eden erkek yargı mensupları! 13 yaşındaki kız rızasıyla, babası, dedesi yaşında 26 adamla… diye karar veren mahkeme üyeleri. Mahkeme kararını normal bulan, onaylayan, N.Ç.'ye hançer saplayan yüksek yargı

Yeter mi? Yetmez!

Kobani "suç" ise Süleyman Şah ne der, "şehit astsubay" ne düşünür, peşmergelerin Türkiye topraklarından yolculuğu tarihten silinmiş midir?

Vicdan enternasyonali!

Orleck ve gibiler bize şunu da anlatıyor: Tamam kimlikler var ve doğuştan insanı kavrıyor, kuşatıyor, kişiliğinin temellerini de oluşturuyor ama, istisnai kimi durum dışında… Öyle herkesi içine alan bir "kimlik kişiliği" yok. "Bütün Yahudiler, bütün İsrailliler" yok. "Bütün Araplar" yok. "Bütün Amerikalılar" yok."Bütün Türkler" yok. İyiler ve kötüler var kabaca