Sizi bilemem…
Kent beni şoke ediyor…
İda'nın bin yıllık zeytinlerini, ırmaklarını, kokularını, duruluğunu bırakıp koşturmacaların, doymazlıkların, aymazlıkların, gaza sonuna kadar basmaların ve korkuların dünyasına dalıvermek gerçekten kolay değil…
"Hayat, kariyer planı yapar gibi yaşanacak bir şey değil…" diyor genç müzisyen sevgilisine.
Sevgili, kişisel gelişimi için uzak diyarlarda sınava katılıp, kazanmak ve beş yıl sonrası için planlar yapmak istiyor.
Müzisyen genç dayanamıyor:
"Evren senin isteklerini gerçekleştirmek üzere çalışan bir makine değil…"
Azra Kohen'in Fi, Çi, Pi üçlemesinden diziye dönüştürülen Fi'nin bir bölümünden aklımda kalan replikler sanki tüm yaşamımızı özetliyordu.
Ne çok isteklerimiz var gerçekten, ne çok ihtiraslarımız, ne çok "sahip olma" açgözlülüğümüz var.
Ve de ne çok kötülüklerimiz var…
Yan komşuda cansız minik bedeni bulunan Ceylin.
Bacağından vurulup ölüme terk edilen kadın.
Sevgilisiyle bir olup kızının ölümüne göz yuman anne…
Artık bundan ötesi yok dedirtiyor.
Hrant Dink Vakfı'nın araştırmasına göre son dört ayda 1806 nefret söylemi yer almış gazetelerde.
Tam burada Ahmet Büke'nin, Gizli Sevenler Cemiyeti'ndeki soruları çıkıp geliyor:
"İnsan öleceğini bildiği hâlde neden bu kadar zalim?"
"İnsan zulüm altında bile neden bu kadar şen?"
Zeytinliklerimizin talan edilmesine yönelik tasarının rafa kaldırılması haberi de olmasa kederimden ölecektim.
Kökleri "arzın merkezine" uzanmış, yüzlerce yıldır dimdik ayakta duran ve "yüreğinde" ne varsa bize sunan, barışa simge olan bu ulu ağaçları kestiğinizde ağaç başı dört bin lira sözüm ona ceza ödeyecektiniz tasarıya göre.
Kimi yetkili epey bozulmuş tasarının yarıda kalmasına. Di mi ya, o tesisleriniz şimdi nereye yapılacak?
Amerika keşfedilmeden o ağaçlar oradaydı, şimdi burada, zeytine düşmanlar yarın olmayacak, ama onlar yine burada.
Kentlerdeki doymazlıklar yok İda'da. Küçük sevinçler var.
Hava sıcaktı. Zeytin ağacının gölgesine sığınmıştık. Genç bir köylü kızı oradan oraya koşturup budanan zeytinlerden kalma çalıları topluyor, küçük parçalara ayırıyor, sepetine dolduruyordu.
Bir ara yanımıza geldi. Bizim için dut toplamış. Aynı ağaçta hem beyaz hem kara dut varmış. Çalıları ne yapacağını sordu uzun yıllar yurt dışında yaşamış orta yaşlı kadın. "Yeni semaver aldık, altına tutuşturmalık yapacağım" diye anlatırken sevinçten sanki dünyalar onun. Yerlerde kalmış zeytinleri de toplayıp sabun yaptığını, yandaki küçük zeytinliğin onların olduğunu, kocasının satmaya kalktığını, ama engel olduğunu, her gün sepetini koluna takıp dağlarda gezintiye çıktığını, uzaktaki köyde oturduğunu nefes almadan anlatıp durdu.
Nasıl bir yaşama sevinci, nasıl bir tok gözlülük, nasıl bir keyif…
Köylü kızı anlatırken, uzun yıllar yurt dışında yaşamış orta yaşlı kadının yüzünü izledim. Nasıl da sıkılmıştı, yüzü sarkmış, kös dinliyordu.
Küçük sevinçlerimizi yitirdik. Büyük sevinçlerin peşinde koştururken kötü olduk, Ahmet Büke'nin dediği gibi zalim olduk.
Fi dizisinde tüm pörsümüş hayatları Can Manay (Ozan Güven) diye bir genç üstlenmişti. Rolünü çok iyi oynuyordu. Yazık olan, yalan olan hayatları simgeliyordu...
Müzisyen (Mehmet Günsür) paraya, şöhrete, ihtiraslara uzak duran öğrencileriyle hayat bulan, onların hayallerine ortak olan, sevgilisine (Serenay Sarıkaya) çok âşık olmasına karşın hayatı hayat gibi yaşamaya öncelik edinmiş biriydi. Tabi ki işi çok zordu.
Sevgilisi de çok âşıktı, ama önceliği farklıydı. Öne çıkmak, görünmek, çok şeylere sahip olmak istiyordu.
Aşkları ilişkiye dönüştüren sanırım bu öncelikler meselesi…
Herkesin aşkı kendine oluyor ve asla biz olunamıyor.
Birlikte yürünüyor gibi oluyor, oysa bir sevgili apartmanın en üst katında diğeri bahçeli bir evde geziniyor.
O genç müzisyenin dediği gibi, hayat, hayatla alakası olmayan önceliklerimizi tatmin etmek üzere çalışan bir makine değil.
Peki ne?
Hiç mi kurtuluş ümidi yok…
Buna en güzel yanıtı Erich Fromm, “Sahip Olmak Ya da Olmak” adını taşıyan ünlü yapıtında veriyor:
“Yeni bir insan ve yeni bir topluma geçişin tek yolu, her şeyi elde etmek, onlara egemen olmak biçiminde beliren kâr tutkusu, açgözlülük, bir de ihtiras demek olan ‘sahip olmak’ karakterini terk etmekten geçer. İnsanlar, onları huzura, mutluluğa ve diğer insan kardeşlerini sevmeye yöneltecek olan ‘olmak’ biçimli bir dünya görüşüne geçemedikleri sürece, kurtulmaları olanaksızdır...”
Ya hayatı hayat gibi yaşamayı öğreneceğiz...
Ya da "mış" gibi hayatlarda soluksuz kalacağız.
Başka bir önerisi olan, lütfen elini kaldırsın...