Kendi kendime düşünürdüm…
İnsanların önlerinde yukarıdan aşağıya bir fermuar olabilseydi, açıp bakabilseydik kim bilir neler neler dökülürdü.
Bazen böyle çocukça düşüncelere dalmaktan kendimi alamıyorum. Size salakça gelebilir, tamam kabul ediyorum, ama geçen akşam izlediğim filmden sonra zaten böyle bir fermuara gerek olmadığını anladım.
Aslında bütün sırlar o "kara kutularda" saklıymış.
İçimizdekiler, dışımızdakiler orada…
Hayatın içinde neler yaptıysak, nereye gittiysek, ne yiyip içtiysek, ne "numaralar" çevirdiysek, kimlere hangi yalanları söylediysek, ne kazıklar attıysak, hiç tanımadığımız, yüzünü görmediğimiz sesini duymadığımız insanlara neler neler yazdıysak ya da bize neler yazdılarsa, (Tam da burada Murathan Mungan’ın o güzelim yaklaşımı aklıma geldi: Bir gün gelir, dünyanın bir yerinde yıllarca senin haberin olmadan yaşamış birine bütün hayatını anlatmak istersin) hepsini bir kutucuğun içine, şifrelerin ardına saklamışız.
Aslında bizim fazla çaba harcamamıza da gerek yok. "Akıllı" kutucuklar bizim namımıza tüm kayıtları tutuyor.
Öyle tutuyor ki, bir gün bizi ele veriyor ve yer yerinden oynuyor…
Filme gelirsek, çoğunuz keyifle izlemişsinizdir. İtalyan filmi 2016 yapımı Perfetti Sconosciuti’nin neredeyse bire bir kopyası. Serra Yılmaz’ın yönetmenliğini üstlendiği Cebimdeki Yabancı, önceleri güldürüyor, sonra düşündürüyor en sonunda içimizi derin bir hüzün kaplıyor.
Akşam yemeğinde eşleriyle birlikte bir masa etrafında toplanan sıkı dostlar, başlarına neler geleceğini bilmiyorlar. Herkes cep telefonlarını masanın üzerine koyacak ve gece boyunca gelecek mesajlar sesli şekilde ortaya dökülecek, aramalar da herkesin duyacağı şekilde yanıtlanacak.
Herkes epey tedirgin, "oyun" başlıyor. Gece boyunca hepsinin ne "haltlar" karıştırdığı teker teker ortaya çıkıyor. Herkes kıvranıyor, ortalık sus pus…
Aslında her şeyi biz görüyoruz. Yönetmen neler olabileceğini bize gösteriyor. Böyle bir gece yaşansa neler olur diye izliyoruz.
Oysa, akıllı kutucuklar ulaşılamayan şifreleriyle ceplerde yerli yerinde duruyor. Karılar, kocalar, sevgililer "kara kutularıyla" mutlu, keyifli bir akşam yemeğinden sonra şen şakrak evlerine dönüyorlar…
Anımsar mısınız, evlerimizde annelerimizin dantel örtüler altında özenle koruduğu telefonlarımız vardı. Telefon çaldığında, herkes birbirine "kalk sen aç" der, sonra biri istemeye istemeye açar, gelen haberi tüm ev paylaşırdı. Ne olup bittiğini herkes birlikte öğrenirdi.
Şimdi "kara kutularımızla" ikiz kardeş gibi yaşıyoruz. Başka ellere geçmesi asla ama asla olamaz. Özel hayatım şekerim…
Kafelerde iki sevgili oturuyor. Siz öyle görüyorsunuz. Aslında onlar çok kalabalık. İki sevgili de ellerindeki "sevgiliye" gömülmüş. Yani masada gezinen yığınla insan, yığınla söz var. İki sevgilinin sözleri arada kim vurduya gidiyor. Gözler zaten birbirini görmüyor.
Evlerde "dıt" sesiyle birileri ayağa fırlıyor. Sonra bir şeyler yazılıyor, gönderiliyor, hiçbir şey olmamış gibi hayata devam ediliyor. Yav az önce eve biri geldi, ne dedi, ne sordu, sen ne dedin?...
Ekranımıza gelen bir kalp, öpücük yerine geçen dudak bizi heyecanlandırıyor artık. Güzel ve yararlı bir konuşma başlıyor sanıyorsunuz tek gülücük işareti her şeyi noktalıyor. Öykünün geri kalanını kendi kendinize tamamlıyorsunuz.
Baksanıza boşanmalarda bile kara kutu geçerli. Televizyonlarda izleyip gazetelerde rastlıyorsunuzdur. Ne diye bağırıyor ayrılmak isteyen? "Ben onun mesajlarını yakaladım." "Aşkım bitti" demiyor, artık ondan sıkıldım demiyor, bana eziyet etti demiyor, "Mesajlarını yakaladım" diye yırtınıyor.
Acaba diyorum biz hep böyle miydik, teknoloji zaten var olan çürük yanlarımızı mı ortaya çıkardı. Yalanlarımız, ikiyüzlülüklerimiz ortaya savruluverdi…
Eeee ne yapmak lazım?
Şifreli bir hayat kurmak lazım. Yalanlarımızı, dolanlarımızı, ne kadar kötülüğümüz varsa bir kutucuğa saklamak lazım. Sahte gülücüklerimiz için de yeterli kadar mecra var, oralarda gezinelim.
Filmin adı Cebimdeki Yabancı’ydı. Aslında hayatımızdaki yabancı olmalıydı.
Her yerde, her anımızda ayağımızın hemen altında dolaşan, bizi sanki gözleyen bir yabancı var hayatımızda. Ama şifreli, içini göremiyoruz.
Abartılı buldunuz, anlıyorum. Hele bir psikolog ya da psikiyatrist okursa yandım gitti. Son yıllarda iyice çığırından çıkan "ruhsal hastalıklar" etiketlerinden birini yapıştırıverir. Tam da şu anda filmden bir sahne geldi. Kadının meme estetiği yaptıracağı ortaya çıkınca, arkadaşı, "Sen hastalarına bedeninizi sevin diyorsun, ama kendin estetik yaptırıyorsun. Sen bedenini sevmiyor musun?" diye sordu. Yanıt çok anlamlıydı: "Bedenimi seviyorum, ama memelerimi sevmiyorum."
Gel de kahkaha atma…
Evet, ben bir zamanlar şu karşımdaki insanın önündeki fermuarı açıp "içine" baksam neler görürüm acaba diye salaklıklar yapardım.
Peki şimdi de ben dürüstlüğünüze güvenerek soruyorum:
Sizde de şu telefonun içinde neler olduğuna bir baksam düşüncesi geçtiği zamanlar olmuyor mu?
Efendim, duyamadım…