İçimden geldi, Attila İlhan ağabeyimizin bir dörtlüğüyle başlamak istiyorum…
"Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
Bu gece dağ başları kadar yalnızım"
"Neden" diye sorarsanız, çok yanıtı var, ama daha çok özlemden sanırım…
İda’yı özledim.
Zeytin ormanlarının arasında, o derin sessizlikte kendimle baş başa hiç yalnız değildim de buralarda neden bu kadar yalnızım.
Şunun şurasında ne kadar oldu ki kente gelişim. Bana sorsanız sanki yıllar oldu.
Konuşuyorsunuz konuşamıyorsunuz, dinliyorsunuz dinleyemiyorsunuz, bakıyorsunuz göremiyorsunuz...
Söylemez olaydım, duymaz olaydım, bakmaz olaydım, görmez olaydım halleri çöküveriyor üzerinize.
Yazıya kaçıyorsunuz, müziğe kaçıyorsunuz yine de kaçamıyorsunuz.
Bu nasıl bir hız delicesine, bu nasıl koşturmadır bıkılmayan, bu nasıl yetmezliktir bir türlü doyulmayan...
Eşyalarla sevişirken sevgiliyi unutur olduk.
Kafelerde birbirlerinin gözlerine bakması gereken sevgililer ellerindeki aletlerin içinde kaybolmuşlar.
İnternette, televizyonda, sokakta her yerde bağıran, çağıran, döven, öldüren erkek kalabalığı…
Kadınlara düşen sayılar olmuş: "2017’de 409, 2018’de 440 kadın öldürüldü."
Evlerimiz muhteşem, gıcır gıcır arabalarımız kapıda, dokunmaya kıyamadığımız eşyalarımız gözümüzün önünde, yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızda ve de etrafımızı saran insan kalabalıklarımız…
Bir eksiğimiz var mı, yok…
Endişelenecek, üzülecek, mutsuz olacak bir durum var mı, yok…
Peki neden bu hallerdeyiz?
Geçenlerde iki gencin "Minimalizm" belgeselini izliyordum. Gençler, hayatlarını başkalarının yaptıkları gibi "ıvır zıvır" şeylerle doldurmuş olduklarının farkına varıp bundan vazgeçmenin yollarını arayıp, bulup bize de anlatıyorlardı. Şöyle bir özeleştiri ile başlıyordu belgesel:
"Hayatımızın çoğu öylesine otomatik bir şekilde ve alışkanlıkla yaşanıyor ki zamanımız kovalamaca ile geçiyor. Ve bu koşturmaya öylesine kaptırmışız ki kendimizi, acınası hale gelmişiz. Sahip olmam gereken her şeye sahiptim. Etrafımdaki herkes başarılı olduğumu söylerdi. Aslında zavallının biriydim. Hayatımda kocaman bir boşluk vardı. Bu boşluğu, diğerlerinin yaptığı şekilde doldurmaya çalıştım. Ivır zıvır birçok şeyle. Kazandığımdan daha fazlasını harcıyordum. Mutluluğa giden yolu satın almak istercesine. Eşya için yaşıyor olmuştum."
Hayatlar olması gerektiği gibi değil de, daha güzel, görkemli, meşhur olmak üzerine kurulunca, ip bir yerde kopuyor. Gazeteler, dergiler, televizyonlar, Facebook’lar, Instagram’lar, reklamlar, teknolojiler bir tek şeye odaklanmış: Nasıl daha farklı, dikkat çekici görünebiliriz, hayatımızı nasıl mükemmel yapabiliriz? O halde neler neler almalıyız? Hep almalıyız. Reklamcıların şimdilerde hedef kitleleri çocuklar. Evet, beş yaş üstü çocuklar. Eskiden çocuklara satılacak ürünlere anneleri aracı ediliyordu. Artık direkt çocukları teslim almaya çabalıyor reklamlar.
Belgesel nasıl mı bitiyordu?
"İnsanları sevin, eşyaları kullanın, çünkü tersi asla işe yaramaz."
Ne mümkün.
Tam da şu günlerde tüm dünya "Kara Cuma" heyecanı yaşıyor. Kalabalıklar mağazalara saldırıyor, camlar, çerçeveler kırılıyor, insanlar ellerindeki malı kaptırmamak için serbest güreş yapıyor, birbirlerini boğazlıyorlar.
Doymazlığın ne boyuta vardığı kentinize, doğanıza şöyle bir bakıverdiğinizde de zaten apaçık görülüyor. İzmir’de bizim mahalleye kocaman o meşhur alışveriş merkezlerinden biri yapılıyor. Meydanın önünü kale gibi kapladı. Denizden esen imbat artık buralara uğramayacak. Hele bir sivri bina kondurdular hâlâ yükseliyor. Merak ediyorum daha ne kadar yükselecek! Aynı türden bir "sivri" binayı da kentin tam ortasına dikme çabaları var. İda, altıncıların talanıyla baş etmeye çabalıyor. Tarım alanlarına villalar konduruluyor. Göllerde, nehirlerde sular azalıyor ya da kirliliğe boğuluyor.
Ne için?
Eskisinin yerine yenisini almak için mi?
Hayır, modanın rüzgarında yer kapmak, "zamanın ruhuna boğulmak", kalabalıklardan ayrı düşmemek için…
Bir yanda tek dilim ekmek, bir bardak temiz su için bekleşenler diğer yanda daha çok daha çok diye koşturup mutsuzluğun çaresini eşyalarla, ıvır zıvırlarla doldurmaya çalışanlar.
Çetin Altan, bir yazısında, "Hayal ettiğimiz ülke bu değildi…" diyordu.
Gençliğimizde hayal ettiğimiz dünya da bu dünya değil…
İnsanoğlu bunca hengamenin içinde aşkı da unuttu. Daha doğrusu aşkı da kaybetti. "Aşkitomlu", "bebeğimli", doymazlıkların arasına "reklam arası" gibi sıkıştırdığımız kokusu olmayan, hatta çoğu kez çöp kokan ilişkilerden söz etmiyorum.
Şimdi elinizi yüreğinize koyun.
Bedri Rahmi’nin çok yıllar önce tanımladığı aşkla etrafınızda yaşananların benzer bir yanı var mı?
"Aşk bir eşkiyanın hayata itirazıdır. Susarsa çatışma, konuşursa savaş, yazarsa destan, severse devrim olur. Tut ki ben bir eşkiyayım."
Sahi, etrafınızda bu "eşkıyalardan" kalan oldu mu?