20 Şubat 2024

Altı yüz yıllık saptırma, seksen yıllık yanılgı: Şeyh Bedreddin olayının içyüzü (3) | Ardışık üç ayrı olay nasıl eşzamanlı ve eşgüdümlü gösterildi?

Nasıl hesaplanırsa hesaplansın, Karaburun olayı 1416'da, Bedreddin'in Deliorman'da yakalanıp asılması ise 1420'de gerçekleşmiştir

DÜNDEN DEVAM

Bilal Güneş'le yaptığımız Şeyh Bedreddin olayı hakkındaki söyleşimizin dünkü 2. bölümünde, Nâzım Hikmet'i bu destanı yazmaya yönelten dürtünün nasıl ortaya çıktığının yanı sıra Bedreddin'in ve Börklüce'nin bir mezhebi itikatlarının olup olmadığını ve Bedreddin'in Edirne'de bir tarikat kurduğuna ve Börklüce'nin onun müridi olduğuna yönelik iddiaları ele almıştık. Bugünkü söyleşimizde ise Börklüce, Torlak ve Bedreddin olayları arasında bir bağlantı ya da eşgüdüm olup olmadığı ile Torlakların ve Torlak Kemal'in kim olduğuna ilişkin sorularım ve Bilal'in açıklamalarıyla devam ediyoruz. 

Börklüce, Torlak ve Bedreddin olayları birbiriyle bağlantılı mı?

Bilal'e tam olarak neye dayanarak Börklüce, Torlak ve Bedreddin olayları arasında bir bağlantı olmadığını iddia ettiğini soruyorum. O, ilk dönem kroniklerinde böyle bir bağlantıdan söz eden olmadığının altını çiziyor, ama sonradan yazılmış pek çok eserde, bu üçü arasında yakın bir ilişki olduğu ve sık sık görüştüklerinin yazıldığını, hatta Bedreddin'in eğitimini tamamladığına kanaat getirerek Mısır'dan Edirne'ye dönüşte uğradığı Karaman, Germiyan, Aydın, İzmir, Sakız Adası ve Bursa'da bir isyan tertiplemek için görüşmeler yaptığının iddia edildiğini söylüyor. "Hatta bu seyahatinden sonra gittiği Edirne'den bir ara tekrar Bursa'ya gidip dönüşü de aynı şekilde değerlendirilir. Bedreddin uğradığı bu yerlerde (henüz beylikler ortadan kaldırılmamıştır), beyler tarafından konaklarda ağırlanmış ve yapılan sohbetlerden sonra orada kalması teklif edilmiştir. Bunu, torunu Hafız Halil'in yazdığı Menakıbname'den öğreniyoruz. Oysa bu ziyaretleri bir ihtilal tertibi olarak değil, eğitimini tamamlamış bir kişinin iş arayışı olarak; bir yerde kalmamasını ise yapılan teklifleri beğenmediği şeklinde de yorumlayabiliriz."

İznik Kalesi'nde ikamete mecbur edilmişken, her taraftan ziyaretçilerinin geldiği, Börklüce Mustafa'nın sık sık kaleye gelerek Bedreddin'le görüştüğünü iddia edenler bile olduğunu söylüyor Bilal ve ekliyor, "Bunların Osmanlı toplum düzeni ve kent yaşamını bilmedikleri belli oluyor. Seyahat özgürlüğü, Cumhuriyet'ten sonra edinilmiş bir sivil haktır. Yerleşim yerleri dışında dolaşan bir kişinin, kendisine rastlayan kolluk görevlisine, eğer tanıdığı biri değilse, orada ne amaçla bulunduğunu belirten bir belge göstermesi gerekirdi. Bir İslam ülkesine giriş yapan yabancının bile, ülkeye girişte yetkili kişiden aldığı, adına eman denilen belgeyi göstermesi gerekirdi. Ayrıca İznik bir kale kenttir. Kaleye giriş-çıkış denetim altındadır. Zorunlu ikamet yani sürgün için İznik gelişigüzel seçilmiş bir mekan değildir. Osmanlı toplum düzeninde, kimse yaşadığı yeri terk edemezdi. Hele adına reaya denilen üretici sınıf mensubu kişiler, köylerini terk ettikten sonraki on beş yıl içinde bulunduğunda bile tekrar köyüne gönderilir ve adına çiftbozan vergisi denilen, hayli yüksek meblağda ceza kesilirdi. Ama, Börklüce Mustafa'nın bir kez, Bedreddin'in İzmir yakınlarında yolda ölen oğlu İsmail'den aldığı torunlarını teslim etmek için gittiğini biliyoruz."

"Tüm kroniklerde, Karaburun'dan dönen Osmanlı Ordusu'nun yolu üzerindeki Manisa'da Torlak Kemal'i ve müritlerini öldürdüğü yazılır. Yalnızca Dukas, torlaklardan ve Kemal'den söz etmeden, 'yolda rast geldikleri, inzivada yaşayan Türk dervişleri de öldürdükleri'nden söz eder. Osmanlı kroniklerinde ise farklı anlatımlar vardır. Kimi yalnızca Torlak Kemal'in asıldığını, kimisi Kemal'in bir adamıyla birlikte öldürülüp uçurumdan aşağıya atıldığını, kimisi ise farklı sayılardan olmak üzere yüzlerce ya da binlerce müridinin öldürüldüğünü yazar. Ben askerliğimi er olarak yapmış ve tüfek bile zimmetlenmemiş bir kişi olarak, Karaburun'da çarpışan kardeşlerimin yardımına koşmak ile 'çeng ü çegane ederek illeri azdırmak' arasında tercih yapmak durumunda kaldığımda, her sıradan insan kadar, elbette kardeşlerimin yardımına koşmayı düşünecek bir zekaya ve vicdana sahibim. Acemi birliğine katılmak üzere Antep'ten kalkıp İzmir'den Manisa'ya gittiğimde, otobüse verdiğim paraya hayıflanmıştım. Manisa'nın İzmir'e o kadar yakın olduğunu bilseydim, yürüyerek giderdim. Aynı şeyhin halifeleri olduğu öne sürülen kişilerin, bir koşumluk mesafede gerçekleşen çarpışmalarda birbirlerine yardıma gitmemiş olmalarını nasıl açıklamalı? Sonra Bedreddin'e ne demeli? Adamların gırtlak gırtlağa çarpışırken sen İznik Kalesi'nde İslam hukuku kitabı yazmakla uğraş! Karaburun'u Bedreddin'le ilişkili gösterenler, iki olayın gerçekleştiği tarihleri çarpıtarak, sanki aynı zamanda olmuş gibi gösteriyorlar. Nasıl hesaplanırsa hesaplansın, Karaburun olayı 1416'da, Bedreddin'in Deliorman'da yakalanıp asılması ise 1420'de gerçekleşmiştir.

"Sıcaktı. / Bulutlar doluydular. / Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere." Desen: Kemal Gökhan-ai

Hareketin lideri olduğu iddia edilen Bedreddin'in, Karaburun bastırıldıktan dört yıl sonra İznik'ten kaçması nasıl açıklanabilir? Bu olayları Bedreddin'le birlikte anan (ilişkilendiren değil) tek kişi, Bedreddin'in torunu olan Hafız Halil'dir. Yazdığı Menakıbname'de, dedesinin 'Börklüce Mustafa, Torlak Kemal ve Aygıloğlu isyanlarından zarar gördüğünü' anlatır. Menakıbname'de Torlak Kemal'in adı yalnızca bir kez, o da bu dizede geçer. Börklüce ile Kemal'i Bedreddin'le ilişkilendirmeyi, Bedreddin'i suçlamak için yeterli görmüş olmalılar. Hafız Halil, aynı zamanlarda, muhtemelen Balıkesir taraflarında, Aygıloğlu adlı kişinin liderliğinde isyan etmiş yörük taifesinden de bahsettiği halde Aygıloğlu'nu kroniklerde göremiyoruz."

Torlaklar ve Torlak Kemal

Torlak Kemal'in olaylarla ilgisi olmadığı sonucuna, hangi kaynaklardan yararlanarak vardığını merak ediyorum Bilal'in. Torlak Kemal'in, adamlarıyla Manisa bölgesinde etrafı yağmaladığını kroniklerden öğrendiğimizi hatırlatıyor, bir de Hafız Halil'in Menakıbname'sinde, Bedreddin'in torlaklarla temasta olduğuna ilişkin hiçbir bilgi olmadığını. "Biraz önce Torlak Kemal'in adının Menakıbname'de bir kez geçtiğini söylemiştim. Ayrıca, Bedreddin'in İzmir'den Edirne'ye giderken yolu üzerindeki Kütahya yakınlarında torlaklarla karşılaştığını Hafız Halil anlatır. Menakıbname'ye göre, torlaklar Bedreddin'e zengin sofralarında ne aradığını sorarlar. Bir süre sohbetten sonra Bedreddin'e hürmet ederek, onu Bursa'ya yolcularlar. Menakıbname'de ne torlak ne de Torlak Kemal sözcüğü bir daha geçer. Kemal'in Yahudi olması ve torlak sözcüğünün etimolojisi üzerinde çalışarak bir sonuca varabileceğimizi düşünüyorum. Manisa'nın, şehzadeler arası savaşta, şehzadelerin birbirlerine karşı çarpışmalarda her seferinde etraftan asker toplayarak leşker cem ettikleri muhitlerden biri olduğu bilgisi kroniklerde geçer. Çağdaş sözlüklerde torlak sözcüğünün karşısında, 'tarikata yeni girmiş kişi, acemi, yolun başında olan' gibi anlamlar gösterilir. Şemseddin Sami ise, 1901'de basılan Kamûs-ı Türkî adlı Türkçe sözlüğünde, 'torlak'ın sıfat, hemen altındaki 'torlamak' fiilinin toplamak ve daha başka anlamlarda olduğunu yazarken, 'tarikata yeni girmiş kişi' gibi bir anlamı olduğunu filan yazmaz. 'Torlanıp toparlanmak' ikilemesindeki 'torlanmak'ı bugün de aynı anlamda kullanırız. Buradan hareketle, torlak sözcüğünün 'toplanmış' anlamında da kullanıldığını çıkarabiliriz. Bunu 'acemi' anlamıyla birleştirdiğimizde, şehzadelerin savaşmak üzere topladığı, 'profesyonel olmayan asker' anlamına ulaşabiliriz. Bulgaristan'da torlak adında pek çok köy olduğunu, Bulgar akademisyen Katarina Venedikova'nın İzmir'de Börklüce için düzenlenmiş sempozyumda sunduğu tebliğden öğrendim. Türkiye'de ise Ege ve Trakya bölgelerinde köy ya da soy adı olarak kullanıldığını görüyoruz. Fatih Portakal'ın eşinin iki ablasıyla birlikte kurduğu, bir ara kendisinin de muhtemelen rejimin takibinden kurtulmak için mesleğini bırakıp sığındığı işletmenin adı da Torlak Çiftliği'dir. Bu sözcüğe Türkiye'nin başka bölgelerinde pek rastlanmıyor. Örneğin benim nüfusta kayıtlı olduğum köyün adı Toplamalar idi. Sanırım torlak denilmesi için yalnızca toplanmış olması değil, aynı zamanda acemi yani eğitimsiz de olması gerekiyor."

"Manisa Yahudileri üzerine çalışmış Feridun Emecen'in yanı sıra, özel olarak İzmir ve Ege Yahudilerinin tarihi üzerine çalışan Siren Bora'nın eserlerinde, torlakların katledildiği tarihten hemen önce ve yaklaşık yüz yıl kadar sonra Manisa bölgesinde Yahudi nüfusunun varlığını saptadıklarını okuyoruz."

Feridun Emecen ve Siren Bora. Fotoğraflar: https://www.istanbultarih.com/ ve https://www.avlaremoz.com/

"Torlakların katledildiği tarihte Manisa'da Yahudi nüfusunun izine rastlanmıyor. Nereye gittiler? Gerek Yahudi gerekse Hristiyan gençlerin Osmanlı ordusundaki profesyonel askerlerin dışında, gerektiğinde asker olarak geçici şekilde istihdam edildiklerini biliyoruz. Şimdiki kafamızla düşündüğümüzde, Osmanlıların etraftaki gayrimüslimleri kılıçtan geçirdiğini sanabiliriz, ama öyle bir durum yok. Mesele ganimet elde etmek olunca, herkes herkese karşı savaşta yer alabiliyor. En meşhur gayrimüslim gazi, Gazi Mihal'dir (Yeri gelmişken, gazi sözcüğünün bugünkü anlamına ne zaman kavuştuğunu bilmiyorum ama, bu sözcüğün Arapçada yağmacı anlamında olduğunu belirtmem gerek; gaza ise yağma demek. Peygamberin bizzat katıldıklarına ise gazve deniliyor). Ayrıca, Saruhan ile Aydın arasında kalmış tek otonom Hristiyan şehri Filadelfia (Alaşehir), Hristiyan Roma askerlerinin yardımıyla Yıldırım Bayezid tarafından fethedilmiştir. Aynı Roma askeri birliği, başlarında İmparatorun oğlu olduğu halde, Yıldırım'ın Ege, İç Ege ve Akdeniz bölgelerindeki Türk beyliklerine karşı giriştiği bir dizi savaşta da yer almıştır. Yıldırım'ın Timur'la savaşında, Osmanlı ordusunun yanında Hristiyan Eflak ve Sırp askerleri de vardır. Emine Erdoğan Özünlü ve Ayşe Kayapınar'ın Mihaloğulları'na ait 1586 tarihli akıncı defteri üzerindeki çalışmalarında, Türk olmayan gayrimüslim unsurların da akıncılar arasında bulunduğuna dair teze itiraz ederek, bunların Müslüman olmasa da Türk olduklarını ileri sürdüklerini de hatırlatmak isterim."

"Bu kadar laftan sonra torlak sözcüğünün anlamına ulaşabiliriz. Torlakların, savaş çıktıkça asker olarak iş bulabilen, verdikleri hizmet karşılığında ücret ya da ganimetten aldıkları payla geçinen işsiz gençler olduklarını düşünüyorum. Katledildikleri sırada, bir süredir iş bulamadıklarından, geçinebilmek için etrafı yağmalamaya çıktıklarını, bunun da bir asayiş sorunu yarattığını düşünmek yanlış olmayabilir. Bunların derviş ya da medrese öğrencisi olduğunu ileri sürenler de var. O tarihlerde neredeyse boşta gezen, yalan yanlış da olsa ağzından bir iki ayet ya da hadis dillendiren herkese derviş deniyor. Derviş zaten, ailesinden kopmuş, bir mesleği olmayan, bir hırka bir lokma ile yetinen, genellikle gezgin kişidir. Resul Ay'ın dervişleri etraflıca ele aldığı Anadolu'da Derviş ve Toplum adlı kitabında aktardığı ilginç bir olay var. Moğol İlhanlı hükümdarı Hülagu, Suriye seferine giderken Harran'da rastladığı bir grup kılıksız adamı görüp de bunların kim olduğunu sorduğu danışmanı Nasreddin Tusî'den, 'Bunlar alemin fazlasıdır' cevabını alınca, 'Madem fazlalıktır, alayını öldürün' emrini verir. Ömer Lütfi Barkan'ın literatüre kazandırdığı kolonizatör dervişler terimi var. Bunlar gazilerden önce ileriye açılarak bir yerlere gidip yerleşiyorlar. Etraftaki gayrimüslim halkla temasa geçiyorlar ve İslam'ı yaymaya çalışıyorlar. Bunların yerleştiği yere daha sonra gazilerin akını oluyor ve fetih gerçekleşiyor. Bir nevi keşif kolu gibi iş görüyorlar. Fakat Manisa'daki torlaklar böyle değil. Manisa zaten fethedilmiş. Bunların derviş olduğunu kabul etsek bile, ancak lümpen dervişler diyebiliriz. 'Alemin fazlalığı' olarak görülen bu dervişlerin, Hülagu'dan yüz elli yıl sonra Anadolu'nun bu kez batısında, topluca katledildiklerini anlıyoruz. Burada, Yahudi yurttaşlarımızın bir hassasiyetine değinmek isterim. Alman tarihçi Hammer'in, Fransızcaya da çevrilmiş olan kitabında, Torlak Kemal'in Yahudi olduğu şeklinde Osmanlı kroniklerinde geçen ifadeyi, eserinde abartarak kullandığına dair Franz Babinger'in eleştirisi var. Osmanlı Devleti'ne karşı (hoş, o sırada öyle bir devlet yok) bir ayaklanmanın içinde hatta lider kadrosunda bir Yahudinin de bulunduğunun düşünülmesinde, bir güvenlik tehdidi sezebilen kimi aşırı duyarlı Yahudi yazarlarca, geçen yüzyılda buna itiraz edilmiş. Bu itirazı anlayışla karşılayabiliriz, malum, bu konudaki sicilimiz biliniyor, ama bu itirazın tarihçi açısından bir değeri olmaz; kaldı ki, Manisa'da katledilen torlakların devlete karşı bir kalkışmanın içinde olduklarının söylenemeyeceğini, biraz önce izah etmeye çalıştım."

YARIN:

Bedreddin olayının tarihsel bir gerçeklikten mitosa dönüşmesi ve dokunulmazlık kazanması

5 BÖLÜM SÜREN SÖYLEŞİNİN TAMAMININ YER ALDIĞI PDF DOSYASI İÇİN TIKLAYIN.

 

1. Altı yüz yıllık saptırma, seksen yıllık yanılgı: Şeyh Bedreddin olayının içyüzü (1) | Şeyh Bedreddin olayı bildiğimiz gibi olmayabilir mi?

2. Altı yüz yıllık saptırma, seksen yıllık yanılgı: Şeyh Bedreddin olayının içyüzü (2) Nâzım nasıl yanıltıldı, Bedreddin ve Börklüce nasıl Alevi-Bektaşi yapıldı, Bedreddin nasıl tarikat şeyhi oldu? 

 

Ümit Kartoğlu kimdir?

Ümit Kartoğlu 1981 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu, aynı üniversiteden Halk Sağlığı uzmanlığını 1984 yılında aldı.

Türkiye'de sağlık sisteminde her kademede çalıştı. 1993 yılında Halk Sağlığı alanında doçentliğini aldı. 1988-1990 yılları arasında Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyeliği yaptı.

İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü'ndeki üç yıl görevden sonra, 1994'te ülkeden ayrılarak UNICEF'te sağlık danışmanı olarak göreve başladı.

2000-2001 yıllarında Güney Sudan'daki savaş sırasında uluslararası kuruluşların sağlık çalışmalarını koordine etmekle yükümlü Operation LifeLine Sudan'da Sağlık Koordinatörlüğü'ne getirildi.

2001-2018 yılları arasında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Cenevre Genel Merkezi'nde aşı kalitesi ile ilgili danışman olarak görev yaptı. Şimdi Extensio et Progressio danışmanlık şirketinin kurucusu ve CEO'su olarak görev yapıyor.

Kartoğlu 1974 yılından bu yana karikatür çiziyor, kişisel sergileri dışında Ohannes Şaşkal ile birlikte birçok ortak sergi açtı, ilk ortak sergileri Ankara ve İstanbul'da 1980'de Burhan Solukçu'nun anısına açtıkları K-ÖMÜR, son sergileri ise 2008'de Hrant Dink'in anısına Paris'te açtıkları Le Chiendent (Ayrıkotu) oldu. İlk karikatür kitabı ZAMAN ZAMAN Karakare yayınlarından 1986 yılında yayınlandı. 1980 darbesiyle Darwin'in biyoloji kitaplarından çıkartılması üzerine İldeniz Kurtulan'la birlikte “yoksun bırakılanlar" için DARWİN ve EVRİM KURAMI kitabını yazıp çizdi. Nihat Behram gurbetteyken şiirlerini karikatür kartpostalları olarak yayınladı.

Dr. Kartoğlu'nun yayımlanmış birçok bilimsel çalışması ve kitapları bulunuyor (Bu kitapların hepsi Kartoğlu'nun web sitesinden PDF ve ePUB3 olarak ücretsiz olarak indirilebiliyor).

Dr. Kartoğlu 2011 ve 2013 yıllarında yaptığı bilimsel çalışmalar nedeniyle iki kez Ludwig Rajhman Halk Sağlığı Ödülü'ne değer bulundu. http://kartoglu.ch/

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sağlık Bakanlığı’nın eziyet yönetmeliği

Aile hekimlerinin kendi işini yürütmek için hastaları ile aile hekimlerini karşı karşıya getiren bakanlığın algı oyunlarına artık tahammülleri yok

Bir milyon uçurtma ve 100 yılın hikayesi: Çocuk Hakları Bildirgesi

Geçtiğimiz Kasım ayındaki altı günlük insani duraklama dışında, tüm yıl boyunca bombardımanın olmadığı sadece iki gün vardı. Her üç saatte bir sivil altyapı vurulurken, her 17 saatte bir çadır ve geçici barınma, her dört günde bir okullar ve hastaneler, her 15 günde bir de yardım dağıtım noktaları ve depoları İsrail ordusunca hedef alınıyor

Sağlıkta dönüşümün gölgesinde yenidoğan çetesi-bir sorgulama

“Güya mevcut sosyal güvenlik mekanizmalarının SGK çatısı altında birleştirilmesi, SGK’ya hastane sektöründe hizmetin ve rekabetin yönetilmesi olanağını verecekti. Hatta buna Dünya Bankası tarafından ‘yönetilen rekabet’ gibi bir isim bile verilmişti. Ancak SGK’nın mevcut personel nicelik ve niteliğiyle hastane denetimlerini yapması mümkün değildi. Kamu hastaneleri başhekimlik kurumu üzerinden kendi iç denetimlerini en azından bir ölçüde gerçekleştirebiliyordu. Ancak aynı şeyi tamamen kar odaklı olan özel hastanelerden beklemek zaten akıl dışıydı. Dolayısıyla özel hastaneler tamamen başıboş kaldı ve SGK da bu hastanelere para pompalayan bir tulumba olarak işlev gördü. Bugün yaşadığımız bebek katliamı sorununun özünde bu mekanizma yatar”

"
"