Zonguldak'ta üç kardeş kitap ve plaklar arasında büyüdüm ben. Nâzım Hikmet'in Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı'nı Toplu Eserleri serisinden okumuştum. Sonra babam, Ruhi Su'nun Şiirler-Türküler uzunçalarını getirdiğinde 3 bardağın üstünde çalışan altsız pikabımızda "Yağmur çiseliyor" diye başlayan "Serez'in esnaf çarşısında…" diye devam eden Şeyh Bedreddin Destanı'ndan düzenlediği o parçayı dinlemiştim. Daha sonra Cem Karaca'nın Safinaz albümünde okuduğu o unutulmaz Şeyh Bedrettin Destanı. Cem Karaca'yı dinledikten sonra dönüp yeniden okumuşumdur destanı Nâzım'dan.
Kırk yıllık dostum Bilal Güneş'le 80'li yıllarda Ankara'da başlayan arkadaşlığımız, ben leyleği havada görüp yurt dışına gittikten sonra da kesilmedi. Hani ömrü boyunca öğrenci olan, öğrenmekten bıkmayan insanlar vardır ya, Bilal de öyle biri. Ben ülke değiştirdikçe o da okul değiştirir, aldığı her yeni derecenin/ünvanın peşine yeni bir alan tutkusuyla yeniden öğrenciliğe başlar. Ünvanlarına en son klasik filolojiyi de ekledi ve şimdi tarihle devam ediyor. Tarihte yüksek lisansa başladığını biliyordum. Tez konusunu sorduğumda, Şeyh Bedreddin demiş, ben de "Nesi var ki Şeyh'in?" demiştim. "Bildiğimiz gibi değil abicim" dedi ve biraz bahsetti. Peş peşe cümleleri sıraladığında, şaşırmıştım. Duyduklarımı başkası söylese, güler geçerdim. Bilal'in iş ahlakını ve disiplinini bildiğimden, "Tezini bitirir bitirmez okumak istiyorum" dedim. Sağ olsun, o da ilk olarak bana gönderdi. Sarsılmadım desem yalan olur. Tezi okuduğumda Bilal'le bir söyleşi yapmaya karar verdim. Beş gün sürecek bu yazı dizisiyle, kafama takılan soruları ve aldığım yanıtları, T24 okurlarıyla paylaşmaya karar verdim.
Bilal Güneş'e, bugün Şeyh Bedreddin denildiğinde genelde Türkiye Solunun aklına ilk düşen, Nâzım Hikmet'in 1936'da yayımlanan Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı ya da Ruhi Su, Zülfü Livaneli, Cem Karaca ve Edirdehan'ın 1974-1978 yılları arasında Nâzım'ın destanından benzer bölümleri besteledikleri eserlerdir dersek, hata mı yapmış oluruz diye soruyorum. "Hata yapmış olmayız" diyor Bilal ve ekliyor, "Ben de Nâzım'ın destanından öğrendim. Nâzım, Bursa Hapishanesi'nde yatmasa ve Arapça bilmese, belki de Bedreddin bu kadar tanınmayacaktı. Yoksa tarihimizde daha ne olaylar ve kişiler var, hepsi de tarih kitaplarında yazıldığıyla kalıyor; ancak akademik kariyer yapanların bazı kriterleri karşılayabilmek amacıyla yaptıkları çalışmalarda, bunlar ortaya çıkarılıp analiz ediliyor. Bunların da çok azı kitap haline getirilip meraklılarının dikkatine sunuluyor, ama çok daha fazlası tez ve makale arşivlerinde, daha sonraki kuşakların aynı türden ihtiyaçlarını karşılamak için, araştırmacıların kendilerini keşfetmelerini bekliyor. Sen duygudaşlık gösterip ilgilenmesen, benim tezimin de akıbeti aynı olacaktı."
"Bahsettiğin eserlerden en çok Cem Karaca'nınkini sevdim, çünkü bizlere Börklüce'nin ve Karaburun Mağlupları'nın heyecanını ve hüznünü en iyi onun yaşattığını düşünüyorum. Tıpkı Nâzım'ın bu destanda yaptığı gibi, farklı türleri aynı eserde bir araya getirmiş. Şiir var, hikâye anlatıcılığı var, şarkı var, türkü var, uzun hava var, hücum marşı var, ağıt var. Destanın en dramatik kısmının da Cem'in bestelediği kısım olduğunu düşünürüm. Bir de Ruhi Su'nun bas-bariton sesine haksızlık etmeyeyim ama, Erkin Baba'nın söylediği gibi, 'Cem Karaca ağzını açınca, çağlıyor'. Bulutsuzluk Özlemi'nin pandemi döneminde yaptığı senfonik rock tarzındaki albümü de unutmayalım."
"Evet ya," diyorum Bilal'e, "Ben onu nasıl atladım. Ama onlar albümü yaptığında Şeyh Bedreddin'i zaten epeydir tanıyorduk. Onu asıl tanıtan Ruhi Su, Zülfü Livaneli ve Cem Karaca'nın müzikleriydi."
Nâzım Hikmet'in Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı'ndan benzer bölümlerinin bestelendiği, 1974-1978 arası yayınlanan albümlerin kapakları
Börklüce Mustafa'ya haksızlık mı yaptık?
Tez konusunun seçim hikâyesiyle başlamasını istiyorum Bilal'in, çünkü ilginç. Bilal, başlangıçta tez konusunun İran ve Anadolu'da Orta Çağ İslami Periyotta Meydana Gelen Halk Ayaklanmaları ve İsyanlar olduğunu söylüyor. "Tez için okumalara en baştan, Irak'taki Zenc İsyanı ve Karmatilerle başladım. Bu arada Tahran'a giderek İran Milli Kütüphanesi'nde İran kaynaklarını taramak istedim. Babek ve Alamut Kalesi isyanlarını İranlılardan da okumanın, farklı bir bakış açısı kazandırabileceğini düşünüyordum. İranlılar her ne kadar Müslüman yapılmışlarsa da İslamiyet öncesi geçmişlerine sahip çıkma konusunda oldukça tutucular. Modern İran Şiiliğinin önde gelen aktivist-ideologlarından Ali Şeriati'nin, mesela Abbasileri epeyce uğraştırmış olan Babek'i halk kahramanı olarak niteleyen ve sahip çıkan yazılarını daha önce okumuştum. Fars tarihçilerin İran topraklarında Müslüman Arap ve Selçuklu egemenlere karşı gerçekleşmiş isyanlara yaklaşımlarını merak ediyordum. Tahran'da kütüphane bilgisayarının ekranına çıkan listeden kitapları seçerken, Hasan Beğ Rumlu adında birinin Ahsenü't-Tevârih adlı, Safeviler dönemine ait tarih kitabını gördüm. Biliyorsun, Rum demek, Arapça ve Farsçada Anadolu yani Roma demek ve en meşhur Rumumuz da Mevlana Celaleddin'dir. Arap ve Fars kaynaklarında, dönemin Osmanlı ordusu Rum ordusu şeklinde anılır. Hatta Bedreddin'in torunu Hafız Halil, Bedreddin'den Rumun güneşi diye bahseder. Osmanlıların ilk zamanlarında Anadolu'da meydana gelen birkaç Kızılbaş ayaklanması hakkında gün yüzü görmemiş orijinal bir şeyler bulabileceğimi düşünerek, o kitabı da istettim ve heyecanla ilk onu gözden geçirdim. Börklüce'den 'yoldan çıkmış sapık', 'alçak bahtsız' gibi ifadelerle bahseden Rumlu, Torlak Kemal'in muhalefet eden bir Yahudi olduğu için, Simavna kadısının oğlunun ise saltanat iddiasında bulunduğu için öldürüldüğünü yazmış. Bu olayların üçünün de aynı yılda meydana geldiğini yazan Rumlu, muhtemelen bunları Osmanlı kroniklerinden okuyarak aktarmıştır. Olaylar arasında bir irtibat kurmadığı için, ilk iki Osmanlı kroniğini okuduğunu düşünebiliriz. Gerçi benim okuduğum Rumlu'nun elinden çıkmış nüsha değil, 1970'lerin hemen başlarında basılmış Abdülhüseyin Nevai edisyonu idi. Tarihçi için önemli olan, Şii Safevilerin bu olaylara bakış açısıdır, nasıl yaklaştığıdır. Nevai'nin, Rumlu'nun bakış açısını değiştirmiş olabileceğini düşünmüyorum. Biliyorsun, Bedreddin'in aslında Alevi-Bektaşi olduğuna dair, bizim Alevilerin bir inanışı var. Anadolu Alevilerinin İran Safevi Türkmen devletine ve özellikle İsmail Şah'a karşı büyük sevgileri vardır. Pir Sultan'ın 'Açılın kapılar Şah'a gidelim' deyişindeki şah, İsmail'dir. Safevi tarihçisinin Börklüce hakkındaki nitelemeleri beni şoke etti. Ben o kitapta Bedreddin'e ve diğerlerine övgü, Osmanlıya kötü sözler okuyacağımı zannederken, tam tersi ifadeler okudum. Üç olayı da bastırdığı için Osmanlı övülüyordu. Bedreddin olayı, tezimde inceleyeceğim son vakaydı. Türkiye'ye dönünce hemen onunla ilgili kaynakları edinip okumaya başladım. Okuduklarım, ezberimi bozdu. Danışmanımla görüşerek, tezimde yalnızca Bedreddin olayını incelemek istediğimi söyledim. Tarih bölümünün akademik kurulu da kabul edince, bu teze başlamış oldum. Dolayısıyla tez başlığı değişerek, Börklüce, Torlak, Bedreddin: Eşzamanlı ve Eşgüdümlü Bir İsyan mı Yoksa Artzamanlı Üç Ayrı Olay mı haline geldi."
Bilal Güneş (Fotoğraf Boran Güneş)
Bu değişikliğin aslında oldukça geniş bir konudan ve daha geniş bir hedef kitlenin ilgisini çekebilecek bir çalışmadan vazgeçmek olduğunu belirttiğimde, Bilal, Bedreddin konusunun Türkiye için daha önemli olduğuna inandığını söylüyor. "Bedreddin konusu Türkiye için daha önemliydi. Öncelikle bunu araştırmalıydım. Zaten olayın ezberlediğimiz gibi olmadığına dair, sağdan soldan küçük itirazlar çıkmaya başlamıştı, ama itibar etmiyorduk. İslamcı çevrelerin yanı sıra Türkçü çevrelerde de tek tük yayınlar çıkıyor ve Bedreddin sahipleniliyordu. Zaten Kültür Bakanlığı da Bedreddin'in kitaplarının yeni basımlarını yapmaya başlamıştı. Solda ise, ne demek istediğini pek de açıklıkla ifade etmeyen, sanki geleneksel görüşümüzün hatalı olabileceğini demek istiyormuş gibi bir tarzda yazan Tayfun Atay'ın derleme bir kitaptaki makalesi dışında, Ahmet Yaşar Ocak'ın Nâzım'ı Bedreddin olayını saptırmakla suçladığı yazılarından bahsederek, Bedreddin konusunda yanılmış olabileceğimizi açıkça ifade eden Yıldırım Koç'un bir gazete yazısını okuyabildim. Solda başka birinin benzer değerlendirmesi varsa da ben görmedim. Böyle bir zamanda, tartışmanın alevlenebileceğini düşünerek, olayın tarihsel materyalist bir yaklaşımla incelenmesi gerektiğine inandım ve konu üzerine daha önce Bedreddin'i sahiplenen görüş ileri sürmüş kişilerin görüşlerini gözden geçirmelerine vesile olmasını, ayrıca konuyla ilk kez ilgilenmek isteyebilecek kişiler için, hazırda yapılmış bir araştırmanın bulunmasını istedim. Daha önemlisi, bu üç olay arasında, Solun tarihsel mirası içinde yalnızca Börklüce Mustafa ve Karaburun Komünü'nün yer alması gerektiğine inandım. Bu tezle onlardan bir nevi özür dilemiş oldum; tezimi de onlara ithaf ettim. 2022 başında tamamlayarak Hacettepe'nin tez arşivinde ve YÖK'ün tez merkezinde yer almasını sağladım."
Ezber bozan kaynaklar
"Okuduklarım ezberimi bozdu dedin ya" diyorum Bilal'e, "seni şoke eden neydi, ezberini bozan ne oldu?" Bilal, olayın yaşandığı zamanda yaşamış Osmanlı tebaasından kişiler tarafından çok sonraları yazılmış ilk kronikleri okuduğunda, Karaburun olayının en başta yalnızca Börklüce ile ilgili olarak kaydedildiğini ve giderek artan bir kesinlikte Bedreddin'le ilişkilendirildiğini gördüğünü söylüyor. "Bedreddin daha sonraki kroniklerde olaya dahil ediliyor. Beni şoke eden bu oldu."
"Sıcaktı / Baktı Karaburun dağlarından O / baktı bu toprağın sonundaki ufka / çatarak kaşlarını" Desen: Kemal Gökhan-ai
Bilal, ne yazık ki elimizde Karaburun olayı ve Börklüce hakkında ayrıntılı bilgi veren, o da aleyhte yazılmış yalnızca tek bir kaynağın olduğunu, bunun da olayın cereyan ettiği zamanda orada bulunmuş ve Ayasuluğ (Efes) yargılamalarını ve idamları izlemiş bir kişi olduğunu belirtiyor. "Babası, hatta dedesi de Konstantinopolis'te imparatorluk sarayında hizmet vermiş biri, aynı zamanda Venediklilerin sır katipliğini yapmakta olan Dukas bu" diyor, "Dukas'ın kitabı 1950'lerde Türkçeye çevrilmiş. Çeviride bazı ifadelerde tutarsızlıklar fark edince, kitabın hem yazıldığı zamanın Yunancası hem de Çağdaş Yunanca çevirisinin bir arada olduğu nüshasını Yunanistan'dan getirttim. Karşılaştırınca, Türkçeye çevirenin Börklüce ve Karaburunlular hakkındaki ezberden etkilendiğini gördüm. Ayrıca Dukas, hiçbir şekilde Bedreddin'den ve onun Deliorman'da kalkıştığı hareketten, Serez'deki yargılanmasından ve idamından bahsetmiyor. Manisa'daki bilinen olaydan bahsediyor, ama Torlak Kemal ve torlaklardan da bahsetmiyor."
"Dukas'ın kitabı, olayları seçerek özetleyen bir kitap değil, çok ayrıntılı bir anlatımı var. Bedreddin'in Deliorman'da ortaya çıktığı sıralarda ve ona yakın bir yerde, Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşı'nda kaybolan en küçük oğlu Mustafa Çelebi Rumili'nde ortaya çıkarak tahtın kendisine ait olduğunu iddia etmişti. Yıldırım Bayezid İzmir'i Aydınoğulları'ndan aldığında, şehre subaşı olarak atadığı Kara Hasan'ın, bir şekilde Aydınili Beyine damat olan, hemen ardından bey ölünce kendini Aydın beyi ilan eden, fakat Mehmed Çelebi'nin İzmir'den alarak Niğbolu'ya vali atadığı Cüneyd Bey de Mustafa Çelebi'ye katılmıştı. Bir ordu hazırlayarak bunlara karşı giden Mehmed Çelebi, onları yene yene Selanik'e kadar geriletmiş, Mustafa ile Cüneyd Selanik Kalesi'ne sığınmıştı. Kaleyi kuşatan Mehmed, uzun süre bu iki kişinin kendisine verilmesini istemiş, fakat kale komutanı bu talebi reddederek, durumu Konstantinopolis'teki imparatoruna haber vermişti. Bu olayı ve sonrasındaki gelişmeleri çok ayrıntılı bir şekilde anlatan Dukas, Mehmed Çelebi'nin kuşatmayı kaldırarak Serez'e gitmesine sebep olan Bedreddin'in ortaya çıkışından ve yakalanıp getirildiği Serez'de yargılanıp asılmasından, tek kelimeyle de olsa bahsetmez."
"Dukas yazdığı kronikte, Doğu Roma İmparatorluğu ve Hristiyan halkının tarihi için önemli gördüğü olayları kaydetmiştir. Bedreddin olayını duyduğu halde bunun Roma tarihi açısından bir önemi olmadığına karar vermiş olabileceği gibi, Bedreddin'in dar bir alan dışında duyulabilecek kadar büyük bir gürültü çıkaramadığı için, olayı duymamış da olabilir. Karaburun olayı hem yarımadanın Hristiyan halkını hem de hemen yanı başındaki Sakız Adası'nın manastır papazlarını içine aldığı için, sanıyorum bunu Roma tarihinin içinde bir olay olarak gördü. Bedreddin'in Karaburun ile bir ilişkisinin olduğu şeklinde bir bilgisi ya da kanaati olsaydı, mutlaka kitabında ondan bahsederdi diye düşünüyorum. Dolayısıyla Dukas kroniği, Bedreddin'in Börklüce'nin Karaburun'da kalkıştığı eylemin asıl lideri olduğu şeklindeki iddiaya bir kanıt sağlamıyor, ama benim tezim için bir karinedir."
"Özetle Dukas'ın, Karaburun'u izole bir vaka olarak kaydettiğini söyleyebilirim. Manisa'daki katliamla da ilişkilendirmez. Börklüce Mustafa ve Karaburun'da kurduğu komün hakkında bugün bildiğimiz ne varsa, o yazmıştır."
“O zamanlarda Yonyon körfezi medhalinde kâin ve avam lisanında Stilâryum-Karaburun tesmiye edilen dağlık bir memlekette âdi bir Türk köylüsü meydana çıktı. Stilâryum Sakız adası karşısında kâindir. Mezkûr köylü Türklere vaız ve nesayihte bulunuyor ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbusat, arazi gibi şeylerin kâffesinin umumun mâli müştereki addedilmesini tavsiye ediyor idi.”
Doukas, [Michael], Byzantinotourkiki Istoria, ed. Vrasidas Karalis, Ekdoseis Kanaki Publ., Athena 1997, s. 244
|
Bilal, "Dukas'ın Mustafa'ya ve yarattığı olaya sempatisi olduğu sanılmasın ama" diyor, Dukas'ın inançlı bir Hristiyan olduğunu ve Hristiyan köylüleri de ikna ederek Komüne kattığı için Börklüce'den nefret ettiğini bile söyleyebileceğimizin altını çiziyor. "Çarpışmaları görmemiş ama Efes'teki yargılamaları ve idamları canlı olarak izlemiş gibi anlatır. Muhtemelen de izlemiştir. Komüncülerin, başlarının vurulacağı sırada 'Eriş Dede Sultan' diye bağırdıklarını, Börklüce'nin idamından sonra gerildiği çarmıhın bir deve hörgücüne yerleştirilerek Efes'te dolaştırıldığını, Komüncülerin giyim kuşamlarını, Börklüce'nin köylülere ettiği kelamı, bunların hepsini Dukas'ın anlatısından öğrendik. Dukas, olayın gerçekleştiği yani Börklüce'nin ortaklaşmacı bir düzen kurduğu toprak parçasının, Çeşme Yarımadası'nın tamamı olduğu hissini uyandıracak şekilde yazmış; en azından bende bu hissi uyandırdı. Osmanlı ordusu üzerlerine her geldiğinde, onları kendilerini savunmaya daha uygun buldukları Karaburun'un kayalık yerlerine çekerek orada karşılıyorlar. Karaburun'un coğrafyasına baktığımızda, öyle tarımsal üretim yapmaya uygun geniş araziye sahip olduğu söylenemez. Bu da olayın asıl mekanının Çeşme Yarımadası olma ihtimalini güçlendiriyor. Zaten bugünkü Karaburun ilçe merkezi tarihsel Karaburun olmayıp, sonradan buraya taşınmıştır. Ondan önce Çeşme Yarımadası'ndaydı. Ama Osmanlılardan önceki tarihsel Karaburun yani Yunancasıyla Melani Akra, Roma döneminin haritalarında bugünkü Karaburun ilçe merkezinden daha yukarıda, yarımadanın tam uçlarında bir yerde görünür. Eğer Börklüce'nin kurmak istediği yeni toplumsal yaşamın mekanı bugünkü Karaburun Yarımadası olsaydı, Şehzade Murad'ın karargahını Urla Kıstağı'nda filan kurması beklenirdi. Ama o Urla'dan çok daha beride bir yerde, Ayasuluğ'da kuruyor. Bu da Urla dahil olmak üzere Çeşme, Karaburun, bütün yarımadanın güvenliksiz bölge olarak görüldüğünü, dolayısıyla Börklüce'nin asıl faaliyet mekanının bütün bir yarımada olduğunu düşündürtür."
- YARIN:
- Nâzım Hikmet nasıl yanıltıldı?
- Bedreddin ve Börklüce Alevi-Bektaşi miydi?
- Bedreddin bir tarikat şeyhi miydi?
- Börklüce Mustafa, Bedreddin'in müridi miydi?
Ümit Kartoğlu kimdir?
Ümit Kartoğlu 1981 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu, aynı üniversiteden Halk Sağlığı uzmanlığını 1984 yılında aldı.
Türkiye'de sağlık sisteminde her kademede çalıştı. 1993 yılında Halk Sağlığı alanında doçentliğini aldı. 1988-1990 yılları arasında Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyeliği yaptı.
İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü'ndeki üç yıl görevden sonra, 1994'te ülkeden ayrılarak UNICEF'te sağlık danışmanı olarak göreve başladı.
2000-2001 yıllarında Güney Sudan'daki savaş sırasında uluslararası kuruluşların sağlık çalışmalarını koordine etmekle yükümlü Operation LifeLine Sudan'da Sağlık Koordinatörlüğü'ne getirildi.
2001-2018 yılları arasında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Cenevre Genel Merkezi'nde aşı kalitesi ile ilgili danışman olarak görev yaptı. Şimdi Extensio et Progressio danışmanlık şirketinin kurucusu ve CEO'su olarak görev yapıyor.
Kartoğlu 1974 yılından bu yana karikatür çiziyor, kişisel sergileri dışında Ohannes Şaşkal ile birlikte birçok ortak sergi açtı, ilk ortak sergileri Ankara ve İstanbul’da 1980’de Burhan Solukçu’nun anısına açtıkları K-ÖMÜR, son sergileri ise 2008’de Hrant Dink’in anısına Paris’te açtıkları Le Chiendent (Ayrıkotu) oldu. İlk karikatür kitabı ZAMAN ZAMAN Karakare yayınlarından 1986 yılında yayınlandı. 1980 darbesiyle Darwin’in biyoloji kitaplarından çıkartılması üzerine İldeniz Kurtulan’la birlikte “yoksun bırakılanlar” için DARWİN ve EVRİM KURAMI kitabını yazıp çizdi. Nihat Behram gurbetteyken şiirlerini karikatür kartpostalları olarak yayınladı.
Dr. Kartoğlu'nun yayımlanmış birçok bilimsel çalışması ve kitapları bulunuyor (Bu kitapların hepsi Kartoğlu'nun web sitesinden PDF ve ePUB3 olarak ücretsiz olarak indirilebiliyor).
Dr. Kartoğlu 2011 ve 2013 yıllarında yaptığı bilimsel çalışmalar nedeniyle iki kez Ludwig Rajhman Halk Sağlığı Ödülü'ne değer bulundu. http://kartoglu.ch/
|