16 Aralık 2019

Salondaki gözler

İnsanlar neden umuda sarılmaya bu denli teşne bırakılmışlar? Bu yüzyılda neden hâlâ kahramanlara ihtiyaç duyuyoruz?

İnsan Hakları Haftası etkinliği olarak Urfa Barosu’nca Tahir’in anısına düzenlenen şiir, makale fotoğraf yarışmasının ödül törenine ben de katılımcı olarak davet edildim. Baro hafta içinde farklı günlerde de içerik olarak oldukça zengin bir program düzenlemişti. Türkiye’de İnsan Hakları, film gösterimi, tiyatro oyunu, cinsiyet eşitliği atölye çalışması gibi tam da günümüzün ihtiyaç duyduğu önemli meseleler ele alınmış.

Tahir Elçi Kongre Merkezi’nden içeri adım attığımızda bizi çok şık bir şekilde dizayn edilmiş fotoğraf sergisi karşıladı. Bana fotoğrafların hikâyesini anlatmaya çalışan Avukat Sevda Hanım'ı dinlerken sergilenen fotoğraflara olan ilgim büsbütün arttı. Red fotoğraf grubu ve görülmüştür ekibinin çalışması olan "68 mahpus, 68 fotoğraf, 60 fotoğrafçı" kitaplaştırılmış eserlerin sergisiydi. Mahpuslara dışarı ile ilgili hayal ettikleri sorulmuş. Fotoğrafçıların gözü onların gözü, parmakları onların parmakları yerine geçip deklanşöre basmış. Düşler enstantane ölümsüzleşmiş.

Hangi gazete haberi bize bu kadar dokunaklı hissettirebilir?

Fotoğraflarda kaval çalan yaşlı bir dengbejle ona eşlik eden yedi kişi, kocaman bir meşe ağacının altında yemyeşil otların üzerinde uzanmış bir kadın, emeğin kiriyle kirlenmiş avuçların arasında hav tüyleriyle iki civciv, sonu ormana çıkan çamurlu yolda yürüyen iki kişi ve yalnız başına dallarıyla bulutlara değen bir ağaç, annesinin ellerinden tutan tedirgin bakışlarıyla etrafı seyreden masum bir çocuk, tandırda ekmek yapan kadınlar, denizde balık tutan iki adam ve daha birçoğu... Ve içlerinden beni en çok etkileyen bir fotoğraf vardı ki karın ortasında kalakalmış damlarda kar küreyen adamlar. Mahpus muradını şöyle dile getirmiş "Dışarda olsam neyin fotoğrafını çekmek isterim? O kadar çok ki! Kar yağarken ve kartopu oynayan insanları, parkları, ağaçları, çatıları kaplayan karın görünüşünü..." Bu cümleler mahpusun özlemiyken kıymetli sanatçıların mahirliğiyle yüreğimize kadar uzanıp gelebilmiş. İçerde kaç mapusluğun tutulduğunu, cezaevlerinin dolup taştığını hangi istatistiksel veri, hangi gazete haberi bize bu kadar dokunaklı hissettirebilir?

İnsanlar neden umuda sarılmaya bu denli teşne bırakılmışlar?

Ardından avukat arkadaşlarla salona geçtik, epey izleyici vardı. Epey diyorum çünkü son zamanlarda insanların belli faaliyet etrafında toplanıp bir araya gelmesi neredeyse imkânsız. Büyük kentleri bilmem ama en azından Kürt’lerin yaşadığı yerlerde durum hiç de iç açıcı değil. Katılımcı olarak Ali Duran Topuz Bey, Dilan Bozyel Hanım tarafından makale ve fotoğraf alanlarında ödüle hak kazanmışlara ödülleri verildi. Ben eşim adına düzenlenen etkinlik hakkında dilim döndüğünce müteşekkir olduğumu dile getirmeye çalıştım. Dediğim gibi salon kalabalıktı, Tahir’in adının geçtiği cümlelerde herkesin ne kadar da kulak kesildiğini ve nasıl bir teveccüh gösterdiğini gördükçe her zamanki gibi içime tarifsiz karmaşık bir duygu yumağı geldi oturdu. Bir yandan gururlanırken bir yandan da bu soruları zihnimden geçirmeden duramadım. İnsanlar neden umuda sarılmaya bu denli teşne bırakılmışlar? Bu yüzyılda neden hala kahramanlara ihtiyaç duyuyoruz? Cevap bu olamaz mıydı? Birileri tarafından zulüm görmüştük. Birileri de derdimize deva için geçekleşmesi imkânsız ütopyalarla, mübalağalı umut pompalamalarıyla tertemiz duygularımıza halel getirmişti. Bu nedenle içimizde doyurulmayı bekleyen bir açlık vardı.

Çocuk babasının yıldızları gökten aşağıya indirecek ellerine ne zamana kadar inanacak?

Kendimizi bir dehlizden çıkaramadan koskoca dünyayı kurtarmaya çalışmıştık. Beş yaşında bir çocuk düşünün. Babası gökteki yıldızları bir çırpıda alıp yere indireceğine inandırıyor çocuğunu. Babası onun çocukça duygularını istismar ederek çocuğun gözünde kendini olduğundan daha büyük gösteriyor. Ya bu çocuk günün birinde büyümeyecek mi, zaman babasının yıldız yalanını ortaya çıkarmak için akıp geçmeyecek mi? Çocuk babasının yıldızları gökten aşağıya indirecek ellerine ne zamana kadar inanacak? Sonra inancını yitirip babasını yargılamayacak mı? Özellikle Kürtler ve Türkiye’deki vatandaşların büyük bir çoğunluğu sihirbazların anlık illüzyonlarıyla uzun süre eğlendirildi. Geçen zamanın onları sahneden indireceğine hiç ihtimal vermeyerek.

O an Tahir’in gözleri salonun kalabalığında belirdi

Toplantı salonuna geri dönecek olursak. Moderatör bana vakfımızın hedefleri ve yapacağı çalışmalar hakkında soru yöneltince seyircilerin umutla bakan gözleriyle karşılaştım. Salonun loş ışığında sayısız bakış döndü, dolaştı. O açlığın altında afalladım diyebilirim. Söyleyeceklerimin gereğinden ziyade umut vadeceğinden bir anlık imtina ettim. Çünkü vakfı kurduğumuz andan itibaren karşılaştığım çoğu insanın -siyasi teamülden olsa gerek- bir kişinin veya bir kurumun yapabileceklerimizin çok üzerinde sorumluluk yüklediği, beklenti içine girdiğiydi. Bir vakfın devasa bir problem karşısında eti neydi, budu neydi? Kürtler’i gereğinden ziyade her şey çok iyi olacakmış gibi, gerçekliğimizi göz ardı edip bizi zora sokacak enstrümanlarla oyalayanlara karşı oluşan bir güvensizlikten ders çıkarmamış mıydık? Şişirilmiş içi kof sözlerden daha ziyade yapacaklarımızı sabırla beklemenin daha onurlu daha yalansız olduğunu bugün her zamankinden daha iyi kavramış olmamız gerekmektedir. O konuşma esnasında ben de umut taciri olmaktan çekindim diyebilirim. Konuşacaklarım yapamayacağım bir şeyi yapacakmışımın sözünü vermek, bana tekrar Tahir’i hatırlattı. Bürosuna gelen müvekkillere dava dosyasının akibeti hakkında bilgi verirken ceza alacaklarsa ceza alacaklarını karşıdakini hiçbir şekilde kandırma yollarını seçmeden net konuşurdu.O an Tahir’in gözleri salonun kalabalığında belirdi.Ben de mübalağadan uzak konuşacaklarımın haddini bilmeliydim.Oysa salonda gözler dönüp dolaşıyordu, vakıf hakkında umuttan bahseden sözleri bekleyen gözler.

Biz bu nüveleri ölü toprağa ekiyoruz sabırla

Bunca bahsettiğim olumsuz fotoğraf karesinde hiç mi iyi vaadimiz, faaliyetimiz yok? Tabii ki var. Geçen hafta vakfımızın 'Kürt Meselesi' başlığı altında 'Eşit Vatandaşlık Sorunu ve Sokağa Çıkma Yasakları' mevzuları hakkında bizleri aydınlatmak üzere düzenlediğimiz panelde birbirinden değerli konuklarımız vardı. Her bir konuğumuzun bilgi birikiminden ayrı ayrı istifade ettik. Saatlerce sürmesine rağmen seyirciler son dakikaya kadar ilgiyle bekleme nezaketini gösterdi. Hem nezaket hem de gerçeklerin tarafsızca dile getirilişinden doğan memnuniyet salona hâkimdi. Özellikle Cuma Çiçek hocamızın geçirdiğimiz zor günlerin resmini çizerken gösterdiği biliminsanı yansızlığı ve bizi bize anlatırkenki samimi analizleri uzun uzun alkışlandı. Bu alkışlar da meselelere çözüm bulmaya çalışırken yansız bir tutumla kotarılabileceğinin teyidiydi.

Urfa Barosunun Tahir Elçi Kongre Merkezi'nin salonunda bir adamın adı geçiyordu sürekli cümlelerin arasında. Yirmibeş yılını hak mücadelesine adamış bir adam. "Bir gider bin geliriz" cümlesini bir kez daha hatırladım o an. Toplumumuzda hayatını tüm mesaisiyle içtenliğiyle ve cesaretiyle herkesin yaşadığı sıradan hayattı reddederek kaç kişi ölüp onun yerini kaç kişi doldurabiliyordu? Nevi şahsına münhasır kişinin mücadelesine, onun içtenliğine, kararlılığına kaç kişi varisi olabiliyordu? Gerçekçi olmak lazım, istisnai niteliklere sahip kişilerin yerini doldurmak oldukça zor.

İçinde bulunduğumuz realiteden uzaklaşmadan abartıya kaçmadan, umut tacirliği yapmadan samimiyet temelinde elimizden geldiğince devraldığımız mirası korumaya çalışmak ve gelecek zamana taşımak elbetteki başat görevimizdir. Çünkü bu miras;  mazlumların muradının, samimiyetin, dürüstlüğün, cesaretin, zalimler karşısında doğruyu dile getirmenin, şiddeti her koşulda reddetmenin nüvelerini taşıyor ve biz bu nüveleri ölü toprağa ekiyor, hasatı sabırla bekliyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları

Kabuğa çekilme hakkı

İnzivaya çekilme duygusu, duymaktan imtina ettiğimiz sözcükleri dışarıda bırakmak kadar, yorgun omuzlarımızı dinlendirme meramından da kaynaklanabilmektedir

Devlet bizi gözlerimizden tanıyor

İçerde haksız hukuksuz yere hücrelerde izole edilenler dışardaki sevgililerini görmekten mahrum. Enselerindeki tek kurşunla toprağın altında uyuyanlar çocuklarının büyüdüklerini görmekten, sonbaharda kızıllaşan yapraklara, denizin serinliğine dokunmaktan, bulutların beyaz beyaz gökte ilerleyişini izlemekten mahrum...

Üstü açık mezarlık

Biz her ne kadar sonsuz yolculuğun karanlık odada nihayetleneceği fikrine sahip olsak da deprem gibi bir felaketle karşılaşınca koca şehirlerin üstü açık mezarlıklara da dönüşebileceğine tanık olduk

"
"