Gidenlerin ardında kalanların yas yolculuğunun serüvenini şiirsel bir dille anlatan paha biçilmez eserlerden biri de Gılgamış Destanı’dır dersem sizi yanıltmış sayılmam. Milattan önce yazılmış eserde Enkidu’nun ardında kalan Gılgamış’ın duyduğu tarifsiz acı ve aynı zamanda hissettiği ölüm korkusu, insan evladının hissettiklerinin pek de değişmediğinin en güzel örneğidir diyebiliriz. Enkidu’nun ölümüne tanrılar karar vermiştir. Gılgamış Enkidu’nun cesedini kucağında günlerce bekletir “Ben de senin gibi mi olacağım?” der. Sonsuzluğa uzanan karanlık odayı tarif eder. Milat öncesi bir insanın ölüm karşısında hissettiği korku ve içinde bulunduğu çaresizlik, şiirsel bir dille bugünün kibirli insanına bu eserle ulaşabilmiştir. Kibirli, çünkü binlerce yıl önce insan denen mahlukun bugünküne benzemediğini, kendisinin çok çok üstün özelliklerle mükemmelliğe ulaştığının yanılgısını yaşıyor çoğu zaman. Oysa 4500 yıl önce ölüm hakikati karşısındaki duygularının değişmediğinin belgesidir Gılgamış Destanı.
Gılgamış kayıp sonrası yolculuğa çıkar, aslında bu yolculuk ölümsüzlüğün bulunup bulunmayacağının keşfi ve bir diğer yanıyla yas yolculuğudur. Yas yolculuğuna çıkanların yaşam tecrübesiyle yüklü heybede, ölüm galebe çalar. Gılgamış’ın Enkidu’yu yolculadığı karanlık odanın karşısında hissettiği korkuyu, dünya var olalı her insan evladı yaşamış ve yaşamaya da devam edecektir. Ölüm travmasının ağırlığıyla karanlık odadaki sessizlik ve bilinmezlik, kalanın zihninde döner dolaşır. Bir bedendeki değişim kışın soğuğunda, yağmurun toprağa inişinde hayal edilir. Yerin yüzünden diplere doğru süzülen gölde yüzen bedendeki acıtıcı değişim düşleyenin, uyuyan vicdanını uyandırır. Geride kalanın yaşamında varılan kanaatlerin büyük çoğunluğu karanlık odayla ilintilidir. Gılgamış yolculuk sonrası karanlık odanın bilinmezliği ve çözümsüzlüğünden daha ziyade içinde bulunduğu zamana ve mekana hizmet edecek mahiyette yapıtlar inşa eder. Onun kişisel yası toplum yararına doğru evrilir.
Biz her ne kadar sonsuz yolculuğun karanlık odada nihayetleneceği fikrine sahip olsak da deprem gibi bir felaketle karşılaşınca koca şehirlerin üstü açık mezarlıklara da dönüşebileceğine tanık olduk. 6 Şubat depremi bunun en güzel örneğidir. Ağustos felaketi ha keza öyle. Üstü açık mezarlığın rahatsız ediciliği kadar onu bertaraf etmek de bizlere sorumluluk yükler. Sorumluluk almak için bir yerlerden başlamanın bilinciyle başkalarının içinde bulunduğu mağduriyetten duyacağımız mahcubiyeti göğüsleyerek oraya gitmek oldukça önemliydi bizim için. Yaralarımızı hep beraber sarmaya çalışan bir toplum yaratmak gibi bir hayalimiz yok muydu zaten? Kendimize benzeyen veya benzemeyenlerin arasında dolaşarak, onları dinleyerek ve empati kurarak düze çıkabilirdik ancak. Bu heves ve istekle yıkıntıların arasında dolaşırken bir kız çocuğu koşarak yanımıza geldi. Samimiyetle koşuyordu. Mevki makam ve resmiyetin soğuk yüzünü bilemeden koşuyordu. “Abla bir bisikletimin olmasını o kadar çok istiyorum ki” dedi.
Arkadaşının omzuna kolunu atan diğer kız çocuğu, güneşte yanmış yüzüne yayılan gülümsemeyle, “Ben de televizyon seyretmeyi özledim abla” dedi. Üstü açık mezarlıkta bir anlık da olsa bana da çocuk masumiyeti bulaşmıştı. Keşke bulaşan bu his hiç silinmese. Kucağındaki çocuğu yandan beline oturtmuş bir kadın da, “Okullar başlayacak bunun burasında ne kaldı ki? Ben daha çocuklarımın hangi okula gideceğini bilemiyorum, onların okul servis parasını nasıl ödeyeceğim” dedi. Ötemizde duran konteynerden bir kadın da arkadaşlarıma dert yanıyor, “Altı aylık hamileyim, doktora görünmedim” diyordu. Biri de, “Değil yıkanmak içmek için bile zar zor su bulabiliyoruz” dedi, eliyle çadırın yanına dizdiği pet şişeleri işaret ederek. Üst üste istiflenmiş pet şişeler güneşin sıcaklığında ısınmaya devam ediyordu. Kalabalığa sesini duyurmaya çalışanlardan biri de, “Kredi borçlarımız altı aylığına ertelendi, hayatımızda ne değişti de borçlarımızı ödeyebileceğiz?” Bir dokun bin ah işit… Mağduriyetin verdiği öfkeyi nereye doğru yönlendireceğini bilememenin çaresizliğiyle çadırlardan, konteynerlardan haklı yakınmalar yükseliyordu. Dile getirdikleri dertlere bir çırpıda derman olabileceğimiz bir tablo çizmekten imtina ederek daha ziyadesiyle dinlemeye ve anlamaya çalıştık.
Ziyaret ettiğimiz sivil toplum örgütleri bizim daha önce de öngörüde bulunduğumuz gibi yalnızlaştırılmanın ve işlevsizleştirilme politikalarının malum sonucunun ceremesini çekiyorlardı adeta. Bizimle yaptıkları görüşmelerde, yaşanan doğal afet sonrasında devlet kurumları veya zorunlu olarak adres gösterilen yerlerin tek başına sorunu çözemedikleri konusunda çoğu kişi hemfikirdi.
Yarınların inşa edilmesi ve yaraların sarılması için sivil toplum örgütlerinin sesine kulak kesilerek, öneri ve itirazlarının art niyetsiz bir şekilde göz önünde bulundurulmasının elzem olduğu konusunda da hemfikirdik aynı zamanda.
Devam eden ziyaretimizin ilerleyen saatlerinde üstü açık mezarlığın sokaklarında dolaşırken kepçelerin hararetli gürültüsü ve şehirden yükselen toz, duman dağlara doğru uzanıyordu. Yanımızdakilerden biri, “Molozları bulundukları yerlerde ayrıştırıyorlar, oysa ileriki dönemlerde sağlık sorunlarının yaşanmaması için başka alanların seçilmesi gerekir.” dedi, itiraz edenin sesi kepçelerin gürültüsü altında dağılıp kayboldu. Beton yığınlarından ayrıştırılan demirler kamyonlara yükleniyordu. Yığınların altında uyuyanları düşünüyordum ki vekil arkadaşım, “Bir tanıdığımın 13 yaşındaki oğlunu elektrik çarpmış, hem de konteynırda yıkanırken” dedi. Bir an içinde hiçbir şey düşünemez oldum. Sadece, “Yarın cenazeye biz de katılalım” diyebildim.
Hatay’da havaalanı olmadığı gibi yatabileceğimiz otel de yoktu o nedenle geceyi geçirmek için İskenderun’a geçtik. Otel penceresinden dışarıya bakınca yıkıntıların üzerindeki tozlar , nemle harmanlanarak yükselmeye devam ediyordu. Bulutlu havadan ve toz bulutlarından dolayı gökyüzündeki yıldızlar belli belirsiz parlıyordu.
Yıldızlar parlasa ne, parlamasa ne! Ne de olsa henüz on üçünde bir çocuğu elektrik çarpmıştı. Yıldızlar parlasa ne, parlamasa ne! Hamile bir kadın karnında taşıdığı bebeğinin hayatından kuşkulanarak çadırda geçireceği geceleri sayıyordu. Bir kadın pet şişelere su dolduruyor, sıcak suyla yıkanmanın damla damla hesabını yapıyordu. Yıldızlar parlasa ne parlamasa ne! Bir kız çocuğu rüyasında bisiklete binmiş dalga dalga saçları rüzgarda savruluyordu.
Kendi penceremizden dünyaya bakarken o yerler dayanılmaz bir yere dönüşüyor çoğu zaman, bu gece ölülerle vedalaşmak kadar hızlı dönüyor dünya, diyerek otel penceresini kapattım. Ne de olsa on üçünde bir çocuğun cenazesine katılacaktık.