30 Ocak 2022

Adaletin sessizliği ve kağnı tıkırtısı

O günden sonra kaç sonbahar geldi geçti, kaç bahar gelmedi, on yaşındaki oğlum büyüdü, on yedi oldu

Sayın Bakan'ım, dün göreve yeniden başladığınızı duydum, memlekete vatana hayırlı olsun diyelim, diyelim belki olur. Uyuduğunu zannettiğim duygularımı depreştiren şeyler duyunca hemen klavyenin başına koşma gibi bir hastalığım var, içimden geçenleri yazmaya başlarım hem de pürtelaş, Sayın Bakan'ım.

Siz büyük ihtimalle hatırlamazsınız ne de olsa unutkanlık hastalığının iyileşmez çağındayız, fakat ben sizi hatırlıyorum. Ziyaretiniz göz dolduruyordu, yargı erkanı, emniyet mensubu, tekmil devletin gücü maiyetinizde, bizim odada matem havası.

Sizin ziyaretinizden sonra hayatım gün geçtikçe biraz daha değişti, oysa ben de her öğretmen gibi evden okula, okuldan eve gidip gelen, öğrencilerin, çocukların ihtiyaçlarını karşılayan, onları yarınlara hazırlama derdiyle hayatın olağan akışında kayıp giden sıradan bir vatandaştım. Malum sebepten tercihim olmayan bir hayatın içinde buldum kendimi. Başkalarının yazdığı bir senaryoda bana da roller yazılmıştı. Ve eski hayatımın yerinde esen yeller. Günler, aylar, ölüm yıldönümlerine bir de yetmezmiş gibi talik olan mahkemelere göre taksimlendirildi. Düşman başına derler ya, düşmanıma dilemem.

O günden sonra kaç sonbahar geldi geçti, kaç bahar gelmedi, on yaşındaki oğlum büyüdü, on yedi oldu. Artık o da her erkek gibi sakal tıraşı oldu Sayın Bakan'ım. Size babasız bir erkek çocuğu büyütmenin zorluğundan falan söz etmeyeceğim, ömrüm yettiğince üstesinden gelirim, neleri atlatmadık ki bunu mu atlatmayacağız Sayın Bakan'ım.

Bilmem duydunuz mu, muhtemelen duymamışsınız, eşimin davasında beş yılın ardından kerhen de olsa, dostlar alışverişte görsün kabilinden yargı süreci başladı.

Siz evimize geldiğinizde ben henüz hukuk ikinci sınıftaydım, sizden sonra okulu bıraktım, tekrar geri döndüm, okulu bitirdim, anlayacağınız meslektaşız Sayın Bakan'ım. Hayatımın ilk duruşmasına katıldım fakat avukat olarak değil, suikasta kurban bir hukukçunun, bir insan hakları savunucusunun eşi olarak Sayın Bakan'ım.

Siz Sabahattin Ali'yi hiç okudunuz mu?

Ben Sabahattin Ali'yi bildim bileli severim, fakat bir zaman sonra daha da sevmeye başladım, malum sebepten dolayı bilirsiniz. Ona ait bir satır okuduğumda kendimi yabancı ellerde bir dostu, akrabayı bulmuş gibi hissederim. Kan bağından kaynaklı değil de başka nedenlerden dolayı kurulmuş akrabalıklar daha da kıymetlidir. Mesela acıdan kaynaklı bir akrabalık. Kağnı Ses Esirler adlı eserinde geçen Kağnı öyküsünü okumuştum, hemen sonrasında yıllarca beklediğim duruşmaya katıldım. Öyküde geçen Sarı Mehmet'in anası gözlerimin önünde canlandı. Gitmek nedir bilmedi, salona geldi oturdu. Sarı Mehmet'in anasının sessizliğinde kendimi gördüm. Susup susup konuşmak istemeyen anası. Beş yıl umutla beklediğiniz duruşma salonunda sanık muamelesi görerek dışarıya atılmakla tehdit edildiğinizde Sarı Mehmet' in anası gibi susar, konuşmak istemez insan, kelimeleri içinde biriktirir, yarınlarda konuşacağı kelimeler çoğaltır Sayın Bakan'ım. Mağdur olup sanık gibi muamele görmek! Kimsenin başına gelmesin, düşmanıma dilemem.

İddia makamı, yargıç, savunma makamı, duvarın dibine dizili kolluk güçleri. Salona hiçbir sanık getirilmedi, sanıkların yerine suçlanmak için biz vardık, yetmez miydi? Yeterdi artardı bile. Allah büyüktür dedim, bize de size de büyüktür dedim, ama kendi içimden. Tanrı bizi yaratırken bence bizi ödüllendirdiği, lütufta bulunduğu en önemli özellik içimizden kendi kendimizle konuşabilme özelliği. Çünkü ben hep içimden konuşurum, o gün de içimden konuştum, içimdeki sesler dalgalandı, dalgalar köpürdü Sayın Bakan'ım. Salonda sesimin yankısı içimde döndü dolaştı, kimse duymadı, Tanrım ne büyük bir Tanrısın, dedim. Bu haslet için teşekkürler, iyi ki de kimseler içimde büyüyen kelimelerin sesini duymuyor, dedim. Yarınlara biriktirdiğim kelimeler var Sayın Bakan'ım.

Kağnı'da bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Sarı Mehmet'i öldürür. Sarı Mehmet'in ihtiyar anasından başka kimsesi yoktur. Köyün imamı acı içinde kıvranan kadını karşısına alır "Ülen kocakarı, dava edersen ne kazanacaksın? Kim gider de Mevlüt Ağa'nın oğlu adam vurdu diye şahitlik eder? Kasaba iki günlük yol, gidersin şahitlerin gelmedi, haftaya uğra derler, mahkemen talik olur. Sen günü şaşırıp gidemezsin, candarma alır seni götürür, gayrı kendin bile istesen yakanı sıyıramazsın, evin barkın yıkılır. İşte bir kazadır oldu. Cenabı Hak böyle istemiş, Allah'ın emrine mahkeme ile mi karşı koyacaksın..." Sarı Mehmet'in anası ifadesinde hiçbir şey söylemedi. Yalnız "Ben kimseden davacı değilim" dedi. "Oğlun eceliyle mi öldü, vuruldu mu?" sorgusuna bile aynı cümle ile mukabele ediyordu. Oğlunun acısı daha içinden çıkmamıştı, fakat hükümet kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden çok daha korkunç geliyordu. Otuz sene evvel bir kere kasabanın pazarında köylülerden biri bir torba bulgur çaldırmış ve bunu şahit göstermişti. O zaman tam altı ay mahkemeye gidip geldiğini ve tarlaların yüzüstü kaldığını düşünüyordu. Halbuki o zaman gençti de."(1)

Kağnı kurgusal bir dünyanın ürünü, fakat o kadar sahici ki sıkıldıkça Sarı Mehmet'in anası ile konuşurum ben. Acıyı hisseden kadınlar birbirlerini tanımadan, görmeden birbirleriyle konuşur, uzaktan uzağa konuşur, Sayın Bakan'ım. Ülkede hemen hemen her gün kadınlar katlediliyor, kimi kadınlar da günlerce katledilen çocuğunun veya eşinin katillerinin hak ettikleri cezalarla cezalandırılması için adaleti sokaklarda arayıp duruyor. İşte bu kadınların tümü birbirlerini şahsen tanımamış olsalar da acıda tanış olurlar Sayın Bakan'ım.

Mahkeme salonunda Sarı Mehmet'in adalete güveni kalmayan anası gibi içimde bir sessizlik peyda oldu, eşim sanki o gün vurulmuştu Sayın Bakan'ım.

Bağımsızlığı ifade eden Themis heykelini düşünüyorum. Figürün kadın olması tesadüfi değil, diyorum kendi içimden, yine kendi içimden. Debelenip içinden nasıl çıkılacağının sancılarını yaşadığımız son zamanlarda ne de çok ihtiyaç duyuyoruz güçlü kadınlara Sayın Bakan'ım.

İnsan evladı günde kaç sözcük kullanır, kullandığı her sözcüğe derin anlamlar yükler mi, tüm sözcükleri sever mi, hangisini sürekli tekrarlamak ister? Sözcüklerin yaşı var mıdır? En eski sözcük hangisidir? İnsan kadar eski bir sözcük var, bence adalet. "adl" kökünden gelmiş bu sözcük, aynen muadil gibi, mutedil gibi, itidal gibi, muadelet gibi. Son birkaç yıldır bu sözcükler durmadan gece gündüz içimde dolaşıyor Sayın Bakan'ım.

Adalet diyorum, yargı diyorum, ifade özgürlüğü diyorum, yaşam hakkının kutsallığı diyorum, hukuka inanç diyorum, her türlü şiddete hayır diyorum, bir mülk ancak adaletle iflah olur diyorum, garip garip hayaller kuruyorum Sayın Bakan'ım.

Sayın Bakan'ım Sabahattin Ali okumamış olabilirsiniz büyük ihtimalle Necip Fazıl'ın Reis Bey'ini bilirsiniz. Reis Bey oyununda;

Mahkûm: Reis Bey siz ağlayamazsınız, ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz.

Reis: Siz de benim hakkımda hüküm veriyorsunuz.

Mahkûm: Bir kere de ben vereyim Reis Bey, hem de sehpadan, tepeden, en yüksek kürsüden vereyim, siz merhametten, acıma duygusundan, yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerinde haklısınız. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için en büyük hakkı kaybediyorsunuz. Merhamet kaldırılmış sizin kalbinizden. Buz çölünde yol alıyorsunuz!(2)

Mahkûm, Reis Bey'in önyargıları karşısında kendinin suçsuzluğunu ispatlamada kifayetsizdir. Yargıçlar kendi önyargılarından arınmadıkları müddetçe adalete ulaşmak mümkün olamayacaktır maalesef. Reis, suçsuz birinin idamını onaylar, sonunda sanığın suçlu olmadığı anlaşılsa da iş işten geçmiştir artık.

Alenen işlenmiş bir cinayet hakkında yargı sürecinin hakkıyla yürütülmediği yönündeki kuşkularımız, yargılamanın eldeki mevcut delillerin adaletin tecellisi lehine kullanılmadığı yönündeki itirazlarımız maalesef ki kayda değer görülmüyor Sayın Bakan'ım!

Davalı olduğumuz bir davada sanık muamelesi görmemiz böylesi mühim bir davanın cezasızlıkla sonuçlanacağının ayan beyan ip uçlarını veriyor Sayın Bakan'ım!

İsterseniz, Necip Fazıl'ın Reis Bey'inin duygularıyla yazımızı nihayetlendirelim Sayın Bakan'ım.

Reis Bey: Nasıl öldürürsün? Göz! Renk renk dünyaları, en yakın zerreyi,en uzak yıldızı gören göz... Ona nasıl toprak doldurursun? Kalp dediğimiz, bütün gücümüzü veren esrarlı tulumbayı nasıl kırar, parçalarsın? Bunları yapmayı bırak bir tarafa, bunları yapmak imkanı var ya, işte yalnız imkanı var diye döğünmez yırtınmaz, tepinmezsin. Gelin çocuklar, kumar masasına dizilip hep beraber ağlayalım. Sebep mi istiyorsunuz? Çok! Gündüzün bitişinde gece, düzlüğün yanında uçurum, var diye... Gençliğin ötesinde ihtiyarlık, kavuşmanın berisinde ayrılık, ekmeğin ucunda açlık var diye katıla katıla ağlayalım. Çocuklar dünya bir gözyaşı evinden başka ne olabilir? Ağlayanlardan olmak dururken, üstelik ağlatanlardan olmak reva mı?(3)



Kaynak

1. Ali, Sabahattin,Kağnı Ses Esirler, Yapı Kredi yay,1. baskı,1997,sayfa 9

2. Kısakürek Necip Fazıl, Reis Bey,Büyük Doğu yayınları, 41. baskı,2021, sayfa50

3. Kısakürek Necip Fazıl, Reis Bey,Büyük Doğu yayınları, 41. baskı,2021,sayfa 84

Yazarın Diğer Yazıları

Kabuğa çekilme hakkı

İnzivaya çekilme duygusu, duymaktan imtina ettiğimiz sözcükleri dışarıda bırakmak kadar, yorgun omuzlarımızı dinlendirme meramından da kaynaklanabilmektedir

Devlet bizi gözlerimizden tanıyor

İçerde haksız hukuksuz yere hücrelerde izole edilenler dışardaki sevgililerini görmekten mahrum. Enselerindeki tek kurşunla toprağın altında uyuyanlar çocuklarının büyüdüklerini görmekten, sonbaharda kızıllaşan yapraklara, denizin serinliğine dokunmaktan, bulutların beyaz beyaz gökte ilerleyişini izlemekten mahrum...

Üstü açık mezarlık

Biz her ne kadar sonsuz yolculuğun karanlık odada nihayetleneceği fikrine sahip olsak da deprem gibi bir felaketle karşılaşınca koca şehirlerin üstü açık mezarlıklara da dönüşebileceğine tanık olduk