06 Kasım 2019

Ya bütün Türkiye Talat olursa!

Geçmişte ellerini temiz tutmayı başarmış hiçbir ulus olmadığını, biz Türklerin de diğerlerinden farklı olmadığımızı anlamalıyız

ABD Temsilciler Meclisi’nin, Ermeni Soykırımı yasa tasarısını kabul etmesi üzerine İyi Parti sözcüsü Yavuz Ağıralioğlu şöyle demiş:

Eğer bu münasebetsizlik devam ederse tüm cihan bilsin ki kız çocuklarımız da dahil herkese Talat ismini veririz.” Şimdi, bütün yurdum insanlarının adaşım olması durumu söz konusu olunca 2006 da Radikal 2 de yayınlanmış bir yazımı hatırladım ve sizlerle paylaşmak istedim.

Not1: Yazımı kendi arşivimde bulamadım, Radikal’in arşivine de ulaşılamıyor ancak, HyeTert isimli Türkiye Ermenileri’nin sanal ortamdaki gazetesi yazımı Radikal’den alarak sitelerine koymuş oradan aldım, kendilerine teşekkür ederim.

Not2: Yazıya bazı küçük eklemeler yaptım, bu ekler parantez içinde.

Fransız Parlamentosu, 2001 yılında kabul ettiği “Ermeni Soykırımı” yasasına, 12 Ekim 2006’da bir ek yaparak “Ermeni Soykırımı”nı inkâr edenlere ceza verilmesini de yasal hükme bağladı. Bu karar ülkemizde büyük bir öfke uyandırdı. Mesele olayların tarihi yorumu yanında, “Avrupa”nın bizi içine almak istememesi, dahası bölmek ve parçalamak emelleri üzerinden de tartışıldı. Bu yazıda kendimle ilgili iki anıdan yola çıkıp bu konudaki görüşlerimi ortaya koydum. 

Rahmetli babam anlatmıştı. Doğduğu kasaba olan Sivas’ın Gürün ilçesinde 1900’lü yıllarda çok sayıda Ermeni ve Türk birlikte yaşarlarmış. Gürün, zamanına göre oldukça gelişmiş bir beldeymiş. Babamın dedesi 1. Dünya Savaşı yıllarında Gürün’ün belediye başkanıymış. Ermeni çetelerinin düşmanla iş birliği yaptığı, bunu önlemek üzere tehcir tedbiri alınacağı haberi kendisine ulaştığında, tehcir sırasında göçe tabi tutulacakların yaşamlarının güven içinde olmayacağını düşünerek sevdiği, yakın dostu iki doktoru korumak için aileleriyle birlikte kendi evine davet etmiş. Ancak anlaşılan o güvensizlik ortamı içinde doktorlar dedemin babasının teklifini reddetmişler ve sonunda hayatlarına mal olan zorlu göçe tabi tutulmuşlar. Gürün’de Ermeni nüfusu bir hayli azalmış, ancak biri de dedemin katibi olan pek çok Ermeni 1930’larda hâlâ Gürün’de bulunuyormuş. Babam çocukluk anılarında bu insanları sevgiyle hatırlardı. Sonradan onlar da Arjantin’e göç etmiş. Yıllar sonra İstanbul Yalova feribotunda babam, birkaç cümlelik İngilizce dağarcığıyla Bursa’ya gitmekte olan bir Arjantinliye bir yandan yardım etmeye çalışırken, bir yandan da 30 yıl önce Buenos Aires’e göç etmiş baba dostlarının izini sürüyordu. Nitekim küçük kağıtlar üzerine karalanan birkaç isim ve adres netice verdi ve aylar sonra babama ikinci kuşak Karakin’lerden sıcak bir kart geldi ve epey bir süre yazıştılar. Aradan bir 30 yıl daha geçti ve iki ay önce Arjantin’den Türkiye’ye gelen ve burada merdivenlerden düşüp boynunu kıran bir Ermeni hastam oldu. Buradaki akrabaları ve Arjantin’den gelen oğlu Sivas’tan gittiklerini söyleyince, dede ve baba dostu olan ve yalnızca soyadlarını bildiğim insanlardan söz ettim. Bir ay sonra çat pat (ağır bir Gürün aksanıyla) Türkçe konuşan biri Arjantin’den cep telefonumu aradı, dilin ve teknolojinin izin verdiği ölçüde birbirleri hakkında kuşaklar boyunca aktarılmış sıcak duygular dışında hiçbir şey bilmeyen bir Türk ve bir Ermeni olarak sohbet ettik. (Bu olaydan beş yıl sonra, ikinci kuşak Karakinler İstanbul’a geldiklerinde ben onları yemeğe götürmüştüm, Antarktika'ya giderken bir gece kaldığım Buenos Aires’te ise gecenin birinde beni havaalanında karşılayıp bütün aile birlikte yemek yemiştik. Sabah otelden ayrılırken resepsiyonist, odamın parasının ödendiğini söylemişti. Kızım Buenos Aires’e gittiğindeyse üçüncü ya da dördüncü kuşak Karakinlerden biri onu yemeğe götürmüştü.)


Talat Paşa

İkinci anı,1992 yılının soğuk bir Kasım gecesinde Glasgow’da yaşandı. 2. Uluslararası Nörotravma Kongresi’nde, bir ödül de alan bilimsel çalışmamı sunmuş, o keyifle akşam İskoç viskisinin tadını çıkartmış otelimize dönen birkaç Türk bilim insanıydık. Karnımız acıkmıştı ve sabaha kadar açık olan bir büfeye girdik. Bizimkilere benzer bir tür dürüm yapıyorlardı. Gecenin o saatinde ızgaranın arkasında, bizim buraların insanlarına tıpatıp benzeyen 30 yaşlarındaki delikanlıya “Yoksa Türk müsün?”  diye sorduk. İran asıllı İngiliz vatandaşı bir Ermeni olduğunu ve Türkleri sevmediğini söyledi. Gecenin kalanında 1915 olayları ve Asala’nın diplomatlarımızı öldürmesi üzerine saatler süren tartışmalara giriştik. Sonunda insanların barış, ulusların ve insanların evrensel hakları ve uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde bu gezegende birlikte var olmaları gerektiği üzerinde bir anlaşmaya varmış ve eyvallah deyip kapıdan çıkıyorduk ki “By the way, what’s your name/Bu arada adın ne?” diye sordu. Ben de adımı söyledim: Talat. “Talat like Talat Pasha/Talat Paşa’daki Talat gibi mi?” dedi ve o anda bütün konuştuklarımız silindi. Bir iki saattir gördüğü, konuştuğu ve aslında nefret edilecek bir yanı olmayan Türkler yok oldu ve Talat Paşa’nın imgesinde cisimleşen ve tüm hayatı boyunca kendisine anlatılmış eli kanlı Türkler haline dönüştük birden. Arkamdan bakan bir çift nefret dolu gözü hâlâ bütün canlılığı ile hatırlıyorum (Benim adımın Talat olmadığını, adilik yapmak için öyle dediğimi sandı diye düşünürüm aklıma geldikçe). 

Toplumlar arasındaki ilişkiler, insanlar arasındaki ilişkilere benzer. Evrensel haklılığı bu ilişkilerde yakalamak neredeyse imkânsızdır, çoğu zaman çıkar çatışmaları ve bu çatışmalar üzerinden kurulan tezler belirler gidişatı. Bu ilişkilerde tarih üzerinden konuşup tartışmak da zordur. Çünkü tarih daha yaşanırken deforme edilmeye başlanır. Dezenformasyon bir 20. yüzyıl icadı değildir. Tarih boyunca iktidar mücadelesi yapan bireyler ve uluslar dezenformasyonu kullanmıştır. Kanuni Sultan Süleyman, iki oğlunu dezenformasyon sonucunda öldürttü. Marat, Fransız İhtilali sırasında düzinelerle insanı dezenformasyon yaparak giyotine yolladı. Geçmişteki pek çok savaşın asıl nedeni çarpıtıldı. En yakın örneği ise Irak’ta kimyasal silahlar bulunduğu uydurmasıydı. 

Geçmiş olduğu andan itibarense, tarihi çarpıtmak profesyonellerin işi haline gelir. Bizans’ın resmi tarih yazarı Prokopius, ‘Bizans’ın Gizli Tarihi’ isimli kitabının başında “Şimdiye kadar birbiri ardına gelen savaşlarda Bizans halkının deneyimlerini yazarken bütün olayları zamana uydurmak zorunda kalmıştım. Artık bu yöntemi bırakıyorum. Bu kitapta Bizans İmparatorluğu’nda nerede ne olmuşsa her şeyi apaçık ortaya koyacağım” der. Bu demek değildir ki bütün tarih uydurmadır, ama şu demektir ki tarihi gerçekler eğilip bükülebiliyor. Hele de Fransız Parlamentosu olayında olduğu gibi o tarihle hiç ilgisi ve bilgisi olmayanların tarihe not düşmeye kalkıştıkları durumlarda. 

Peki biz Türkler bu meseleye nasıl bakmalıyız? Öncelikle geçmişte ellerini temiz tutmayı başarmış hiçbir ulus olmadığını, biz Türklerin de diğerlerinden farklı olmadığımızı anlamalıyız. 1910-1923 yılları, bir imparatorluğun yıkıldığı yıllardır ve elbetteki bir imparatorluğun yıkılması güle oynaya olmayacaktır. Acılarla dolu 10 yıldan fazla bir zaman süreci yaşandı. Şu anda babamın memleketi olan Gürün’de Ermeni kalmadı, ama annemin ailesinin geldiği Balkanlar’da da pek az Türk yaşıyor. O dönemde büyük acılar çekildi, yüz binlerle ifade edilen sayıda Ermeni öldü ve öldürüldü. O zamanki Osmanlı Devleti'ni yönetenlerin, bırakın bu trajedide pay sahibi olmasını, bunca insanın ölümüne mani olamamaları bile yeterli bir ayıptır kolektif vicdanımız açısından. Ama ayıpları saymaya başlarsak uzun bir liste yapmak lazım. 1800’lerin son çeyreğinden başlayarak önce o zamanki Rus devletiyle, sonradan diğer işgalcilerle işbirliği yapıp beraber yaşadıkları insanları katleden ve bunun ideolojik arka planını oluşturan Ermeni kanaat önderlerini de hatırlamak gerekir. 

Onlarca cephede çarpışıp milyonlarca evladını kaybederken, bir de ellerinden koca bir imparatorluğun kaybolup gitmesinin gerçeği ile perişan bir halde yüzleşmek zorunda kalan Anadolu insanı, bir anda ülkesinin her yerinde işgal kuvvetleriyle karşılaştı. O işgal kuvvetleri emperyalist amaçlarının gerçekleşmesi için elbette yüzlerce yıldır birlikte yaşayan insanları da birbirlerine karşı kullandı. O tarihte bu ülkeyi işgal etmeye soyunmuş olanlar, filmin kurgusundan o sahneleri kesip kolektif bilinçlerinden atmakla ve o dönemin tüm tarihini Ermenilerin üzerinden okumaya çalışmakla işin içinden sıyrılıp çıkamazlar. Ama o yılları, öncesini ve sonrasını parlamentolarımızda hatırlayacaksak Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar, Amerikalılar, Ruslar, Almanlar, Yunanlılar, Ermeniler, Türkler hep beraber hafızalarımızı tazeleyelim ve ilk taşı da en az günahı olan atsın. 

Dünya gezegeninde 2006 yılında yaşayan bir insan, bir Türk, meseleleri nesnel yöntemlerle düşünmeye çalışan bir bilim insanı olarak benim bu konuya bakışım şudur. 1915’te yüz binlerce Ermeni zorla göç sırasında öldü ve öldürüldü. Vatandaşlarını bu katliamdan koruyamamış (ve bizzat katliamdan sorumlu) olan Osmanlı Devleti’nin o tarihteki yöneticileri hatalıdır (suçludur). Aynı yöneticiler, sonucu yüz binlerce Türk ve Müslüman’ın ölümüne yol açacak başka hatalı kararlar da vermişlerdir. Osmanlı yöneticilerinin hataları o yöneticileri tasfiye edip o devleti yıkarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ne genişletilip yayılamaz. Bu durum hukuki anlamda ilk kez Yahudiler için tanımlanmış olan soykırım kavramıyla örtüşmüyor. Aynı tarihlerde yüz binlerce Türk ve Müslüman da imparatorluğun geniş coğrafyası içinde etnik temizliğe uğradı. 

Avrupa'daki kimi parlamentoların Türklerle Ermeniler arasında yüzyıl önce meydana gelmiş olayları irdelemelerinin altında evrensel barışa katkıda bulunmak, ulusları birbirine yaklaştırmak gibi niyetler yoktur. Fransız Parlamentosunun son çıkardığı yasa bu çağa yakışmayan, özgür ve bağımsız düşünceyi savunanlara karşı indirilmiş bir darbedir. Türkiye Parlamentoları da son 50 yılda çağa yakışmayan, özgür ve bağımsız düşünceyi savunanlara karşı darbeler indiren pek çok yasa çıkardı, bu yasalar sonucunda yalnızca düşüncesini dile getirmiş olan on binlerce insan yargılandı, mahkum edildi, acı çekti (ve bir bölüm insan bu parlamentoların kararıyla asılarak öldürüldü). 

Tarih yalnızca tarihçilerin değil hepimizin işidir. Ancak tarih, fizik bilimi gibi ispatlanabilen yasalar üzerinden yürümez. Çarpıtılmış gerçeklerin ayıklanmasıyla yazılır. Devletler kendi ellerindeki kanı yıkamazlar ama başkalarının elini yıkamaya da soyunmamalıdır. Onların ellerini ancak bütün dünyada özgürlük mücadelesi yapan insanlar ve namuslu tarihçiler yıkayabilir. Tarihte bir zaman birbirine zarar vermiş uluslara ait olmak, insanların birbirlerinden nefret etmelerini gerektirmez. Yeni dünya, insanları, birbirlerini ve bu gezegeni tahrip etme pahasına kendi çıkarları için örgütleyen, sevk ve idare eden bireylerin, şirketlerin ve devletlerin sürekli mağlup edilmeleriyle kurulabilir ancak. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"