01 Kasım 2019

Biz karada Atatürk’ün, denizde Sadun Boro’nun izinden gideriz

Dünya denizlerinde bayrağımız dolaştıkça, Gökova temiz ve bakir kaldıkça Boro'nun ruhu huzur içinde olacaktır

Memleketimiz, 2 yıl önce ‘Çok Partili’ sistemden, ‘Yok Partili’ sisteme geçene kadar, biraz külüstür de olsa, kitapta adına demokrasi denen, yani kuvvetler ayrılığının az çok olduğu bir rejimle yönetilmekteydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geçtiğimiz çok partili sistemin, bugüne kadar, tamamına yakın kısmında sağ partiler iktidar oldu. Ülke aynen demokrasimiz gibi külüstür bir kapitalist sisteme sahipti. Sermaye genelde devlet eliyle dağıtılıyordu, eşit rekabet koşulları ve işçinin hakkını savunması için gereken ortam da neredeyse hiç olmadı.

Böyle bir atmosferde insanlar, bir an evvel sınıf atlama telaşı içinde oldular. Daha çok kazanabilecekleri, köşeyi dönebilecekleri, dönemeseler de hiç olmazsa kapıp yerleşecekleri bir köşe, Allah rahmet eylesin gelmişlerimizin, gitmişlerimizin temel amacı , büyük hayaliydi. Yani insanlarımızın kahir ekseriyetinin hayal dünyası köşe dönmekle sınırlıydı (bugünümüz nasıl derseniz, durum daha vahim ve başka bir yazı konusu). İşte böyle bir Türkiye’de, 1 Kasım 1928 de dünyaya gelmiş olan Ahmet Sadun, 60lı yıllarda hayatının baharındaydı. Galatasaray Lisesi’ni bitirmiş, İngiltere’de, Manchester Üniversitesi’nde tekstil mühendisliği tahsil etmişti. Türkiye’nin tekstil sanayiinin ivmelenmeye başladığı yıllardı ve iki dili çok iyi konuşan bu genç mühendis için, bu alanda yükselmek, bir tekstil fabrikasının genel müdürü olmak, ardından da  bir holding CEO’ luğu kolayca ulaşabileceği bir hedefti.

Ama o başka bir şey hayal etti. Tayfun Timoçin onunla ilgili yazdığı makaleye şöyle başlar: “Kimi hayatlar, iz bırakmanın çok ötesine geçer, çığır açar, önder olurlar”. Gerçekten de o iş dünyasının, kurumsal yaşamın basamaklarını tırmanmayı hayal etmemiş, SADUN BORO olmayı hayal etmişti. Sadun Boro olmak ne demek derseniz, anlatacak o kadar çok şey var ki. Orta Asya’dan yola çıkıp Anadolu’da denize ulaşan kavmimizin, sonraki bin yıllık tarihinde adını sayabileceğimiz kaç denizcimiz olmuştur. Hadi Çaka Bey’le başlayalım. 1080’lerde Ege Denizi’ne ilk adımı atan denizcimiz. Sonrasında Barbaros Hayrettin Paşa, Turgut Reis, aslen İtalyan olan Uluç Reis, Kitabı Bahriye’nin yazarı Piri Reis. İyi de hepsi asker denizciler. Sivil denizcilerimizi saysak. Tısssss. Yok. Belki bu işin tarihini yazanlar bir iki isim sayarlar ama onlar da daha çok, ya Abidin Daver, Halikarnas Balıkçısı gibi yazılarıyla denizciliğimize katkıda bulunmuş isimler, ya Ata Nutku gibi mühendisler, ya da rahmetli hocamız genel cerrahi profesörü Süleyman Dırvana gibi daha çok iç denizlerimizde yelken yapmış, yelken kulüplerinde gençlerimize yelkenciliği aşılamış amatör denizciler olur.

Oysa Sadun Boro Türk denizciliğini başka bir boyuta taşımıştır. 1952’de ilk okyanus geçişini yapmış, 1957 de bu kez batıdan doğuya Atlas Okyanusu’nu bir kez daha geçmiştir. Ama hayali kendi Türk bayraklı teknesiyle deryaları, okyanusları aşmaktır. Ne yazık ki milliyetçilikleri kendinden menkul kimileri, Türk milliyetçiliğini, arabayla dağa çıkıp kafaya külah takıp ulumak ve sosyal medyada bunu dağıtmak sanmaktadırlar. Belde silah, yüksek sesle bağırıp çağırmak, barış isteyen akademisyenlerin kanıyla banyo yapmayı istemek, vatan için kurşun attık diye (siz yargısız infaz yaptık diye anlayabilirsiniz) el altından böbürlenmek de kimi mümtaz Türk milliyetçilerinin özelliklerindendir.

 

Gerçek yurtseverlerinse böyle palavralarla işi, olmaz. Onların cesareti gevezelikte değildir. Onlar laboratuvarlarda çalışırlar, hastanelerde mucizeler yaratırlar, bilim üretirler, dünya saygıyla dinler konuştuklarında; senfoniler bestelerler, dünyanın dört bir yanına davet edilir, eserlerini icra ederler; Everest’e Türk Bayrağını dikerler, okyanuslarda “Pupa Yelken” seyrederler. Sadun Boro onlardan biridir. Salacak’ta bir atölyede yapılmış 10 metre 30 cm’lik bir yelkenliyle, 1965 yılında İstanbul’dan yola çıkıp üç yılda okyanusları aşıp, fırtınaları göğüsleyip, dünya denizlerinde Türk bayrağını dalgalandırmıştır. Üstelik bu işi bugünün haberleşme, detaylı meteoroloji bilgisi ve GPS gibi modern seyir imkanları olmadan, eşi Oda Boro’yla birlikte başarmışlardır.

Sadun Boro kendisinden sonraki nesillere rol model olmuştur. Yaptığı seyahatleri kendine has keyifli üslubuyla yazmış ve okutmuştur. Kıyılarımızda güvenle seyir yapabilmeyi bile onun Vira Demir isimli kitabına borçluyuz. Bizler, denize çıkıp yelkenle uzaklara gidebilmeyi, daha da önemlisi, imkânsız gibi gelen, başarmanın zor olduğu yolculukları hayal edebilmeyi onun sayesinde kazandık. Sadun Boro 1968 de Kısmet’le dünyayı dolaştıysa neden olmasın, ben de yapabilirim diye yola çıkan Türk Denizcileri sayıları hala çok az da olsa, birbiri ardına dünyayı turladılar, turluyorlar.

Ülkemize döndüğünde Okluk Koyunda, 8 numaralı çam ağacına bağladı Kısmet’i, hemen koyun girişine bir deniz kızı heykeli armağan etti ve bizlere vasiyetini bıraktı. Ömrü yedi denizlerde geçmiş büyük denizcimiz şöyle yazmıştı:

“Şu karşı burundaki kayanın üzerine oturmuş, etrafını çevreleyen doğanın ihtişamını hayranlıkla seyreden bu denizkızı, düşlerini süsleyen cennete erişebilmek için nice engin denizler, ufuklar aştı. Kıtalar, adalar, koylar dolaştı. Ta ki Gökova’ya ulaşana kadar. Ey dost, Allah’ın bizlere bahşettiği bu eşsiz cennet Gökova’nın sen de kıymetini bil! Onu koru, bozma, yakma, kirletme, Denizkızını tekrar yollara düşürme.”

Sadun Boro’nun evi, Allah’ın bizlere bahşettiği bu eşsiz cennet, bugünlerde cumhur’a değil, yalnızca cumhur’un başkanına ait. Sadun Bey’in yıllarla oturup ahtapot yediği, rakısını içtiği salaş lokantalar, Cumhurbaşkanlığı yazlık saray’ının güvenliği için yıkılacak. Bu yıl tekneyle Okluk Koyu’na uğradığımda apar topar çıkardı sahil polisi bizi koydan.

Büyük denizcimizin doğum yıl dönümünde, 1 Kasım 2016 da KUDENFOR (Koç Üniversitesi Denizcilik Forumu) bünyesinde Amiral Cem Gürdeniz öncülüğünde düzenlenen “Sadun Boro Rotasında Türk Amatör Denizciliği’nin 21. Yüzyıl Vizyonu” isimli toplantıda, dünyayı dolaşmış denizcilerimizden Ekrem İnözü, kendi yola çıkma kararı ile ilgili şöyle söylemişti: “Hayallerinizin peşinden gidebilmeniz için bazen birinin bir yazısının sizi yönlendirmesi, içinizdeki hürriyet aşkını tetiklemesi gerekir. Boro’ların Kısmet’li seyahatini takip edip Pupa Yelken’i okumuş olmamız gezmeye karar verdiğimiz ‘kıvılcım anı’dır.”

Yine aynı konuşmada Sadun Boro’dan günümüz dünyasına esaslı bir eleştiriyi de aktarmıştı:

“Açıkca söylemek gerekirse, Sadun Ağabey’in üstü kapalı mesajı şuydu: Ailenizin , çevrenizin sizden beklediği karıncılar gibi çalışıp ev, araba, bir ev daha, bir tane daha, büyük bir araba almanız; emekli olunca evin ayak işlerini yaparak, sonra da vakitlice kimseye sorun yaşatmadan, çok masraf çıkarmadan öbür dünyaya göçüp, geride kalanları mutlu edecek bir miras bırakarak yok olmanızdır. Kendi tutkunuzu, hayalini kurduğunuz yaşamı da başkalarının yaşamını izleyerek tatmin etmeye çalışabilirsiniz”. Sadun Boro’nun verdiği mesaj, “insanın, kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline gelmesi” Marx’ın söylemiyle insanın kendi doğasına yabancılaşması durumudur. Bana göre Sadun Boro yalnız denizciliği ile değil, yalnız yazdıklarıyla değil, ama en çok kurduğu hayali gerçekleştirmek adına “kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri” olmayı red edebilmesiyle rol model olmuştur bizlere.

İsveç’te dünyanın en iyi teknelerinin yapıldığı Hallberg Rassy tersanesini geziyordum. Tersaneyi kuran  Cristoph Rassy, yelkenliyle dünyayı dolaşırken Gökova’ya uğradığını anlatmış, “ sizin büyük denizcinizle tanışma onuruna da erdim “ diye Sadun Boro’dan söz etmişti. Yazımı yine dünyayı dolaşan denizcilerimizden Osman Atasoy’dan bir alıntıyla* bitirmek isterim:

“Karıncaların yaptığı bir metrelik toprak kuleler arasından Aborijinler’in mağarasına yürürken Yalmar, Sadun Boro’yla ilgili bir anısını anlattı. Sadun Boro’yu dünya turundan sonra çıktığı Amerika seyahati sırasında Karayipler’de tanımış. Yıllar sonra teknesiyle Türkiye’ye gelmiş. Datça sahillerinde karşılaştığı ilk kişiye, bir balıkçıya, Sadun Boro’yu tanıyıp tanımadığını sormuş. Balıkçının söylediklerini aktarırken ikimiz de duygulandık. Balıkçı Yalmar’a, ‘Nasıl tanımam Sadun Boro’yu?’ diye cevap vermiş. ‘Biz karada Atatürk’ün, denizde Sadun Boro’nun izinden gideriz...’” (Uzaklar, Atasoylar’ın Dünya Seyahati- Osman Atasoy, Naviga Yay. No:1, 1. Baskı, İstanbul, Ağustos 2004, s.:359).

Dünya denizlerinde bayrağımız dolaştıkça, Gökova temiz ve bakir kaldıkça ruhu huzur içinde olacaktır. Bir fırsat yaratın Rahmi Koç müzesinde Kısmet’i, hemen yanında duran Uzaklar’la birlikte ziyaret edin.


*Osman Atasoy’un kitabını okumuştum ama bu kısmı not etmemişim, alıntıyı yukarda sözünü ettiğim Tayfun Timoçin’in yazısından aktardım.

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"