Sana aşık olduğumu biliyordun elbette. Onca konuşmalarımız, kahkahalarımız, şarkılarımız. Şimdi ne kadar geride kaldı. Bu adada yaşıyorum epeydir. Tepede hiç dinmeyen rüzgarın uğultusu, sık yağan yağmurun yaydığı çimen kokusu ve vahşi denizin kayaları döven manzarasıyla, bir doğa resminin içinde tutuklanmış gibiyim. Tepeden denizi seyrediyorum ve başkentteki seni düşünüyorum.
Ben ki Ankara'yı hiç sevmem bilirsin, seninle birlikte olmak varsa, Ankara'da sürdürebilirdim kalan ömrümü. Ne denli iflah olmaz bir Ankara kızı olduğunu bilmez miyim? Hâlâ Bahçelievler'de, 7. Cadde'deki o evde mi oturuyorsun acaba? Bir ara İngiltere'de master yaptığını duymuştum. Birikim'deki yazılarını okuyorum denk geldikçe. New Left Review'deki "Seçimle Gelen Yeni Diktatörler"le ilgili makalen de müthişti. ODTÜ'de öğretim üyesi olmuşsun, fakültenin web sitesinde akademik kadroda resmini gördüm. Pembe küçük dudağın ve dalgalı saçların, bir vesikalık resimden çok daha fazlasıydı benim için. Gözlerim yaşardı sana bakarken yine. Aşkımın şiddetinden elbette.
Abimi ziyarete gelmiştim hatırlıyor musun? Sizin bir grubunuz vardı, Mülkiyeli ve ODTÜ'lü entelektüeller. Bu lafa da amma kızardın ha. "Biz devrimciyiz oğlum" derdin. Abimi iktidarlar hiç sevmedi, o da senin gibi solculuğunu korudu. Erken kaybettik onu. Tam büyükelçi olacaktı, yaparlar mıydı bilmiyorum. Aranızın bozulduğunu söylemişti, kim bilir neden? Nedenini demedi, ben de sormadım. O da sana aşık olanlardan biriydi. Benim sana olan tutkumu hiç konuşmadık. Abi-kardeş muhabbetin dibine vurduğumuz o rakılı, buğulu akşamlarda bile, anlatamadım. O da bana anlatmadı, aramıza girmesin bu yoğun duygu diye. İkimiz de biliyorduk sana aşık olduğumuzu ama. Gecenin sonunda, "Hadi al kemanını da Nesrin'in şarkısını çalalım" derdi. O akordeonunu kuşanır, ben kemanı alırdım. "Ankara Rüzgarı"nın girişini kimse benim kadar içli çalamaz. Sonra söylemeye başlardık abi-kardeş, "pembe küçük dudağın söylese şarkımızı", ikimizin kalbinde de sen.
Siyah-Beyaz'da tanışmıştık. Kalabalık bir gruptunuz. Heyecanlı konuşmalar, tartışmalar, siyah beyaz fotoğraflardan yansıyan hüzün. Ben hep biraz hüzünlüyümdür ya, nereye baksam hüznü yakalarım. Seni daha içeri girer girmez görmüş ve görür görmez de aşık olmuştum. Daha o ilk anda ömrümün sonuna kadar sana bağlı kalacağımı, ama seninle birlikte olamayacağımı da hissetmiştim. Ufak ufak demleniyordum kendimce, beyaz peynir, kavun. Konuşulanları dinliyor ve kaçamak bakışlarla seni seyrediyordum. Lafın ortasına atılışını, tartışmalardaki cevval halini ve gözlerinin arkasındaki o tamiri mümkün olmayan kırgınlığı. Kimsenin girmesine müsaade etmediğin, çok sonra bir Ankara akşamında değil de, bir İstanbul öğle rakısında birdenbire bana anlatacağın içindeki o gizli odanın sırlarını ben o akşam fark etmiştim.
Abim birden bana dönüp "Hadi bakalım Dede Hüseyin, Taranta Babu'ya beşinci mektup" demişti. 6 Mayıs 1972'de, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam edildiği gün doğmuşum. Babam bana çok sevdiği Hüseyin'in ismini vermiş. Hüseyin Alevi Dedesi olduğundan arkadaşları ona Dede dermiş. Çocukluğumdan beri bana da, Dede Hüseyin derler. Taranta Babu'ya beşinci mektup Nazım'ın en sevdiğim şiirlerindendir. Aslında utangaç biriyimdir ama, mevzu şiir olunca sabaha kadar okuyabilirim.
"Görmek, işitmek, duymak, düşünmek ve konuşmak" diye başladığımda, ağır, sert ve gür sesimle, gözlerin bana döndü. Bizim senle ilişkimiz o gece Nazım'ın o şiiriyle başladı. Ben hep sana aşık, sen hep bana arkadaş. Benden on yaş falan büyüktün. Belki de o yüzden olmaz diye düşündün, belki yapamadığından, ben de hiç cesaret edemedim. Oysa aşkın kuralı, kaidesi mi olur Nesrin, yaşı da aşardık, senin yaşadığın travmayı da. Olmadı.
Gecenin devamında "Hadi" demiştin, "Gidiyoruz". Sakarya'da eSkiyEni'ye götürmüştün. Canlı müzik yapan grubun elemanları arkadaşındı. Sahneye çıkıp Ankara Rüzgarı'nı söylediğinde, bi daha, bi daha diye inliyordu bar. Yavaşça sahneye doğru yürüdüm, sanki programlanmıştım, sahnede keman çalan arkadaştan rica ettim. "Size eşlik edebilir miyim?" dedim. O an yıldızlarımız birleşti, o şarkıda birlikte dans ettiler bir ömre yetecek kadar ve sonra sonsuza kadar ayrıldılar.
Ertesi gün "Yenişehirde bir öğle vakti" buluşup hamburger yemiştik Piknik'lerden birinde. Bana orijinal Piknik Büfe'nin, Reşat-Vahit kardeşlerin hikâyesini anlatmıştın. Ben İstanbul'a döndüm sen de en iyi arkadaşım oldun, taaa İstanbul'daki o öğlen rakısına kadar. Ben o gün sana açılmayı umuyordum. Boğaz'ın en ucunda denizin üstündeki lokantaya götürmüştüm seni. "İstanbul'un öğlen rakıları meşhurdur Nesrin" diye başlamıştım. Karadeniz'e bakan masamızda cıvıl cıvıldık. Biraz sonra sana açılacaktım. Bir martı geçmişti yanımızdan. Rengarenk balıkçı takaları akşamı bekliyordu sahilde, uzakta nisan yunusları oynaşıyordu. Zamanın durmasından hemen önceydi. Gözlerin uzun uzun denize baktı, sonra bana döndü, pembe küçük dudağın titriyordu. İçin titriyordu. "Ben çocukken" dedin, "Dayım bizle yaşardı."
Sonra… Sonrası yok. Dünya bitti, biz bittik. İstanbul bile bitti. Sen Ankara'ya döndün, ben epey dolaştım. Yaptığım işte dünya çapında adam oldum ama, ben ben değildim ki. Sana o son mektubu bu adaya gelirken yazdım. Uzun zamandır yalnızlığımla baş başayım. Taranta Babu'ya mektupları okuyorum tekrar tekrar, dalgalar gökyüzüne çıkıp bir tokat gibi sahile ve kalbime indiğinde Ankara Rüzgarı'nı dinliyorum binlerce defa. "Ankara Rüzgarı devrimci şarkıdır" derdin, "Feminist şarkıdır. Tabii ki önce biraz gülüp kalbe ümit katacağız, hep siz mi söz verip gelmeyeceksiniz, hep siz mi aldatacak, ağlatacaksınız? Korkun siz Ankara kızlarından..."
Ah be Nesrin, yazık oldu hayatımıza...
* Gündoğdu Duran ve Nesrin Sipahi'ye saygılarımla...