08 Ağustos 2021
Geçtiğimiz haftalarda, diplomalı işsizlik sorununun insan kaynakları planlaması ve meslek lisesi/eğitimi ile olan ilişkisini farklı yönleriyle tartışmak üzere yeni bir yazı dizisi başlattık. Ardından, bu tartışmaları bir adım öteye götürerek, Türkiye'nin eğitim sistemi sorunlarını ve olası çözüm önerilerini de irdeledik.
Yazı dizimizin ilk üç bölümünde, gençlerimizi geleceğe daha iyi hazırlayacak bir eğitim sisteminin kurgulanabilmesi için önem verilmesi gereken temel yaklaşımların bazıları belirdi. Örneğin, iş dünyasında ortaya çıkan ihtiyaçların iyi değerlendirilmesi ve buna göre insan kaynakları planlanmasının dikkatli yapılması gerektiği üzerine duruldu. Meslek liselerinin kritik rolü de ayrıntılı olarak tartışıldı. Aynı zamanda, farklı ülkelerdeki uygulamalardan yararlanmak gerektiği de ortaya kondu. Misal olarak, meslek eğitimi için özellikle Almanya ve İsviçre sistemleri, akademik eğitim ve araştırma için ise bazı Amerikan üniversitelerinin model teşkil edebilecek yönleri vurgulandı.
Yazı dizimizin dördüncü bölümü için, Uzak Doğu'daki örnekleri incelemek üzere Japonya'da Kyoto Üniversitesi'nde görev yapan genç bir araştırmacı olan Dr. H. Enis Karahan ile bir söyleşi gerçekleştirdik. İlk olarak, ilginç ve başarılı bir kariyeri olan Enis Hoca'yı size kısaca tanıtmak istiyorum. İstanbul Teknik Üniversitesi'nin Kimya Mühendisliği ile Moleküler Biyoloji ve Genetik lisans bölümlerinden mezun olduktan sonra, yüksek lisans derecesini Koç Üniversitesi'nin Malzeme Bilimi ve Mühendisliği programında tamamladı. Ardından, Nanyang Teknoloji Üniversitesi'nden (Singapur) Biyomühendislik doktora derecesini aldı. Geniş bir araştırma alanı olan Enis Hoca, şu sıralar daha çok membran teknolojileri ve antimikrobiyal nanomalzemeler ile ilgileniyor. Bilim iletişimi ve bilim/eğitim politikaları ise kişisel ilgi alanları arasında. Uzak Doğu'nun yükselişinde üniversitelerin etkisini daha iyi anlamak için, uzun süredir Asya-Pasifik ülkelerinde bulunan Enis Hoca'nın görüşlerine kulak verelim.
HEK: Fen bilimleri, mühendislik ve teknoloji alanlarında Uzak Doğu ülkelerinin hızlı bir yükseliş içinde olduğu bir gerçek. Dolayısıyla, ülkeler liginde, Uzak Doğu ülkeleri nüfuz ve etki açısından bir tırmanış içinde. Ancak, Çin liderliğinde yeni bir dünya düzeni kurulacağına yönelik beklentileri biraz abartılı buluyorum. Böyle bir dönüşüm, Batı paktının karşısında Çin'in topyekûn üstünlük kurmasını gerektirir. Kesin konuşmak zor olsa da, öngörülebilir bir gelecekte böyle bir değişimin gerçekleşmesi bence mümkün değil. Küreselleşmeye bağlı ekonomik ilişkilerin buna izin vermeyeceğini sanıyorum. Zaten, politik sistem uyumsuzlukları dolayısıyla Çin'in böylesi bir rızayı yakın çevresindeki ülkeler arasında dahi üretmesi kolay değil. Öte yandan, Çin'in yeni bir dünya düzeni kurmaya yönelik bir hedefi olduğundan da şüpheliyim; zira mevcut düzenden alabildiğine faydalanıyor. Bana kalırsa, Çin ve birçok Uzak Doğu ülkesi hızlı bir şekilde kalkınmalarını sürdürme ve iklim krizi gibi büyük sorunlara gebe olan bir geleceğe hazırlanma derdinde daha çok. Ve üniversitelerini de böylesi bir amaca vakfetmiş durumdalar.
HEK: Uzak Doğu'daki modern üniversite kurumları, neredeyse istisnasız şekilde, Batı modelleri üzerine kurulu. Ancak, yerel kültürel öğelerin ve devlet politikalarının ortaya yeni üniversite modelleri çıkarttığını söylemek de yersiz olmaz. Singapur ve Japonya, bu bağlamda ilgi çekici örnekler. Birçok bakımdan, Singapur'un amiral gemisi kurumları (Nanyang ve NUS), en önde gelen Batı örneklerine daha yakın. Örneğin, Japonya'daki, kıdemli profesörlere bağlı daha az kıdemli öğretim üyelerini içeren klasik kürsü sistemi Singapur'da mevcut değil. Bu açıdan, Singapur özellikle İngiltere ve A.B.D. ile benzeşiyor; Japonya ise Kıta Avrupası sistemlerinden bile daha hiyerarşik. Her iki örneğin de, Batı sistemlerinden çok daha baskın şekilde yukarıdan aşağıya bir yapılanma şekline sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Öte yandan, Singapur ve Japonya dahil, üniversiteleriyle öne çıkan Uzak Doğu ülkelerinin hemen hepsinin Konfüçyen öğretilerle ilişkilendirilebilecek bazı politikalara öncelik verdiğini görüyoruz. Bu politikalar arasında, eğitimin ülke çapına yayılması için kuvvetli bir destek sağlanması, eğitimin yaygınlaştırılması ve harç ödemesi yoluyla eğitim masraflarına halkın kısmi katılımının sağlanması var. Üniversiteye giriş için sıkı ve bazen tek giriş imkânı olan merkezi sınavları da önemli. Ayrıca, ileri araştırma etkinliklerine ayrılan kamu kaynaklarının artırılması ve araştırma-odaklı öncü kurumların oluşturulması da Uzak Doğu sistemlerini Batı ülkelerinden ayrıştırıyor.
HEK: Taklit fazı, yanılmıyorsam, hem Japonya'nın, hem de Güney Kore'nin içinden geçip atlattığı bir süreç. Son birkaç yılda, Çin bu süreci tamamlamaya yaklaştı. Diğer bir deyişle, "Çin Malı" ibaresinin düşük kaliteli ürün çağrışımı yapmayacağı günler bence yakın. Bu gibi değişimleri mümkün kılan iki önemli gerekçe üretim sektöründe biriken tecrübe ve sermayedir. Ancak, yüksek teknolojiye dayanan ürünler de birçok Uzak Doğu ülkesinde üretilebiliyor artık. Elbette, sadece fazlaca üretim yaparak yahut sermaye biriktirerek yüksek teknolojiye geçmek mümkün değil. Gerekli bilgi birikimine sahip yetişmiş insan kaynağının da mevcut olması gerekiyor. Bana kalırsa, yurtdışında yetişen insan kaynağının rolü bu noktada yadsınamaz. Fakat, artık başlı başına bir bilgi üretim fabrikasına dönüşen üst düzey Uzak Doğu üniversitelerinin etkisi de belirleyici olmaya başladı. Kaldı ki, sadece patentlerde değil, bilimsel yayınlar bakımından da Uzak Doğu ülkeleri olağanüstü bir ilerleme kaydetmiş durumda.
HEK: Esasen, Türkiye ve Japonya'yı böylesi bir karşılaştırmaya tabi tutmak bir miktar yanıltıcı olabilir. Çünkü, Türkiye halen genç nüfusun yoğun olduğu bir ülke iken, Japonya oldukça ciddi bir şekilde doğum oranı düşüşünden muzdarip. 2019 yılı verilerine göre, Japonya'da 20 yaşında olan gençlerin sayısı yaklaşık 1,25 milyon iken, Türkiye'de bu sayı 1,33 milyon kadar.
Yine 2019 verilerine göre, Japonya'da liseyi bitiren 1 milyon kadar öğrencinin, kabaca yüzde 55'i lisans yahut ön-lisans dengi kurumlara, yaklaşık yüzde 21 kadarı ise meslek okullarına kaydolmuş. Ve doğrudan çalışmaya başlayanların oranı ise yüzde 18 civarında. Muhtemelen birçok ülkede olduğu üzere, Japonya'da da iyi bir lise eğitimi almadan bir üniversiteye, en azından önde gelen bir üniversiteye, kaydolmak oldukça zor. Ancak, öğrencileri merkezi ve üniversite-bazlı sınavlara girmekten alıkoyan bir sistem de mevcut değil bildiğim kadarıyla. Sanıyorum, gençlerin akademik ilgileri ve ekonomik durumları bu tercihlerde daha çok belirleyici oluyor.
Almanya'nın üniversite öğrencisi oranı düşüklüğünün temelinde, meslek okullarının gördüğü destek ve ilgi yatıyor olabilir. Lise düzeyinde meslek okuluna giden öğrencilerin büyük bir kısmının mezuniyet sonrasında çalışmaya başlaması makul karşılanabilir. Ve lise sonrasında meslek eğitimi ağırlıklı veren kurumlar da mevcut. Fakat Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (The Organization for Economic Co-operation and Development, OECD) verilerine göre, 15-24 yaş aralığındaki gençlerin meslek okullarına gitme oranı Türkiye'de Almanya'dan fazla. Dolayısıyla, bu iki ülkeyi karşılaştırmak için daha detaylı incelemeler yapmak yahut farklı belirteçlere yönelmek yararlı olabilir.
Türkiye'ye özel bir durum ise okul uzatma oranlarındaki yükseklik ve uzaktan eğitim seçeneklerinin yaygınlığı olabilir sanıyorum. Zira, yine OECD verilerine bakılırsa, 15 yaşında olup da ileride üniversite eğitimine devam etmesi beklenen gençlerin oranı Türkiye'de 2019 itibariyle yüzde 35 civarında. (Aynı oran Almanya'da kabaca yüzde 33 iken, Japonya'da yüzde 60'dan fazla.)
Sonuçta, bizim sorunumuzun sayılarla kolayca açıklanabilecek bir planlama sorunu olduğundan şüpheliyim. Bizim sorunumuz daha çok içerik ile alakalı bana kalırsa. Ülke olarak, geleceğe hazır eğitim veren kurumların imkanlarını artırmak, akademik niteliği yüksek olmayan kurumları da dönüştürmemiz ve gençlerin vaktini ve umutlarını çalmayacak yolları üretmemiz gerekiyor.Aksi durumda, sayılarla bir yere ulaşmak zor. Zaten sayılara oynanmasının da mevcut tabloda payı var.
HEK: Japonya'da lise sonrası meslek okulları genellikle iki yıllık programlara sahip. Ancak, alana bağlı olarak bir yıldan dört yıla kadar değişen süreler de mevcut. Politeknikleri de içeren bu okullardan, programına bağlı olarak, lisans ve hatta lisansüstü programlara geçiş yapmak da mümkün. Benzer şekilde, Singapur'da da çeşitli sertifikalar veren meslek okulları var. Ancak, Singapur'daki politeknik okullarının bir üniversiteyi andırdığını düşünüyorum. Ve hatta, bu kurumların, o sıkça anılan "Singapur Mucizesi"nde de payı büyük. Bu sebepten, akademik açıdan yetenekli olsa da pratik bilgilerle donanmak isteyen bazı öğrenciler lisans programları yerine üç yıllık eğitim veren politeknikler tercih edebiliyor Singapur'da. Ayrıca, bazı özel programlar sayesinde, politeknik ve lisans programlarını birleştirmek de mümkün.
Oldukça geniş bir yelpazeye yayılan meslek okullarının şirketlerle olan ilişkileri de, doğal olarak hem Japonya'da hem de Singapur'da farklılık gösteriyor. İlk elden edindiğim bilgilere dayanarak, Singapur'un politeknik okullarının sanayi ile oldukça sıkı ilişkileri olduğunu söyleyebilirim. İşbirliği şekilleri ise, bir seneye kadar uzayabilen stajlardan, ortak bilimsel ve teknolojik projelere kadar çeşitlenebiliyor.
HEK: Araştırma projelerinin seçiminden çok, araştırma fonlarının nasıl dağıtıldığı üzerine konuşmak belki daha yararlı olabilir. Çünkü Japonya bilimsel ve teknolojik etkinliklere geniş fon ayırıyor. Birçok ülkenin aksine, Japonya'da temel bilimsel araştırmalara verilen fon destekleri de oldukça yüksek. Japonya'da araştırma fonları temel olarak, benim de bağlı çalıştığım, Japonya Bilimi Destekleme Kurumu (JBDK) yahut çeşitli bakanlıklar tarafından sağlanıyor. Genel olarak, JBDK ve Eğitim, Kültür, Spor, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı'na bağlı birimler temel bilim çalışmalarını destekliyor. Ekonomi ve Sanayi Bakanlığı ise, endüstrileştirme ve ticarileştirme hedefine yönelik, sıklıkla daha yüksek bütçeli olan projelere destek veriyor. Böylesi büyük projeleri gerçekleştirebilmek için, üniversitelerdeki araştırma grupları genellikle büyük firmalarla yahut gelecek vaad eden girişimlerle ortak çalışıyorlar. Kuvvetli Ar-Ge birimleri olan firmalar bu fonlara doğrudan kendileri de başvurabiliyor. Ayrıca, birtakım sorunlarını çözmek için, firmaların üniversitelere yahut araştırma gruplarına doğrudan fon sağladığı da oluyor.
HEK: Japonya'da kürsü sistemi hakim olduğu için, özellikle belirli bir olgunluğa ulaşmış araştırma gruplarında, bir profesörün veya kıdemli bir doçentin yanı sıra, en az bir adet doçent yahut yardımcı doçent ve duruma göre çok sayıda doktora-sonrası araştırmacı bulunabiliyor. Doğal olarak, böylesi bir yetişmiş kadroya ulaşma imkanı olan profesörlerin/doçentlerin, özellikle öğrencilerin araştırma faaliyetlerini (ve dolayısıyla eğitim süreçlerini) birebir takip etme zorunluluğu da ortadan kalkıyor. Doğrudan araştırmayı idare eden ara kademenin (program/proje-bazlı doçentler, yardımcı doçentler ve kıdemli doktora-sonrası araştırmacılar gibi) üzerine binen iş yükü ise böylece artmış oluyor. Sanıyorum biraz da bu çıkmazı aşmak için, büyük projeleri parçalara ayırmak ve öğrencileri bu ufak projelere dahil etmek yaygın şekilde uygulanan bir yöntem haline gelmiş. Gözlemlerime göre, özellikle lisans ve yüksek lisans çalışmalarında bu strateji daha çok uygulanıyor. Aynı zamanda, öğrencilerin bir dereceye kadar birbirlerini yetiştirdiğini söylemek de yerinde bir tespit olacaktır. Yine Konfüçyen kökenlere dayanan "senpai-kōhai" sosyal yapılanması çerçevesinde, üst sınıfların alt sınıflara yol göstermesi yaygın bir davranış. Hiyerarşik yönünü bir kenara bırakınca, bir nevi akran dayanışması olarak değerlendirdiğim bu kültür, kendisini lisansüstü öğrenciler arasında da hissettiriyor.
HEK: Meslek okullarının staj uygulamaları uzunluk ve kapsam bakımından çok çeşitlilik gösterebiliyor. Ancak, lisans programlarındaki staj çalışmalarının genel çehresinin Türkiye'den pek de farklı olmadığını söyleyebilirim. Yöntem itibariyle, öğrencilerin farklı ortamları kısa bir süre, genelde bir ay kadar gözlemesi ile yetiniliyor. Ancak, çok ciddiye alınan iş arama sürecine daha bilinçli şekilde girmek isteyen öğrenciler, yerine göre zorunlu olan yahut olmayan staj süreçlerini kısa bir iş gibi de algılayabiliyorlar.
HEK: Özellikle Singapur'da diplomalı işsizlik sorununun ciddi bir seviyede olmadığını ve bununla gurur duyduklarını biliyorum. Okuluna ve bölümüne göre bir miktar değişmekle beraber, işe giriş oranları yüzde 80 ve üzerinde çıkıyor. Japonya, çok büyük bir ülke olduğu için, Singapur kadar hassas planlama yapması zor olabilir. Japonya'da yeni mezunlar arasından iş arayanlar yaklaşık yüzde 75 kadar. Onların kabaca yüzde 95'i bir seneden az sürede iş bulabiliyor. Tabii bunda muhtemelen yeni mezunlara yönelik yoğun bir ilgi olmasının etkisi var. Yeni mezunların periyodik ve topluca işe alımı ("shinsotsu-ikkatsu-saiyō" sistemi) sayesinde öğrenciler daha mezun olmadan çok aktif şekilde iş aramaya başlıyor ve işe alınıyorlar. İşe alınan öğrencilerin çeşitli oryantasyon programlarına, hatta bazı konularda ön eğitime tabi tutulmaları çok yaygın görülen uygulamalar arasında. Böylece, öğrencilerin büyük kısmı mezun olur olmaz resmi olarak işbaşı yapabiliyorlar.
HEK: Özellikle bazı Uzak Doğu ülkeleri, temel bilimsel gelişmeleri olabildiğince kısa bir sürede uygulamalara dönüştürmek üzere çok yoğun bir çaba içerisinde. Bu bağlamda, üniversitelerin endüstri ve devlet kurumları ile kaynaşma süreci de hızlanmış durumda. Bu eğilim, bilimin özgürce gelişmesi açısından birtakım riskleri de beraberinde getiriyor. Ancak, üniversitelere ciddi bir hareketlilik kattığını da kabul etmek gerek. Üniversitelerin, mali kaynak sağlama amaçlı üretime dayalı projeler geliştirmesi sayesinde, araştırma ve eğitime aktarılabilecek kaynakları da genişliyor. Bu bakımdan, geleceğin dünyasını şekillendirmekte olan bu eğilimleri doğru analiz etmek ve yer yer yakalayabilmek için, Uzak Doğu örneklerini iyi kavramak gerek diye düşünüyorum. Her ne kadar Türkiye Batı Dünyası'nın organik bir parçası olsa da, bu değişikliklere kayıtsız kalmamalı kanımca. Sonuçta, geleceğin dünyasını belirleyecek dinamikler Doğu'dan yükseliyor olabilir.
Enflasyonla mücadelede, bilinçli tüketim ve tasarruf yapmak konusunda hepimize düşen görevler olduğunu düşünüyorum. Gençlerimizi, canlarımızı, doğayı, gıda maddelerini ve özellikle de zamanı israf etmekten kaçınmalıyız
"Bab-ı Ali'de görev alan bürokratların büyük bir kısmının ciddi anlamda mal varlıkları olduğu, ölümlerinin ardından ortaya çıkan belgelerde (terekelerde) görülmüştür. Hatta benzer çalışmalara konu olan paşaların rüşvete bulaşmamış olması, normal ya da gerekli bir durum değil bir gurur kaynağı, yüksek ahlak olarak ifade edilmektedir"
"Cumhuriyetin ikinci yüzyılında, küresel patent yarışına katılabilmek için görsel düşünme becerisine sahip gençler yetiştirmeliyiz"
© Tüm hakları saklıdır.