14. yüzyılda yaşayan İbn Haldun "Coğrafya kaderdir" tezi ile, doğal çevreyle birlikte iklimin insanın kaderini belirlediğini işaret etmişti. Bu görüşü destekleyen pek çok örnek bulunabilir. Buna karşılık, tarih boyunca aynı coğrafyada yükselişin ve çöküşün, refahın ve sefaletin bir arada yaşandığı da sıklıkla görülüyor. Yakın tarihte, Batı ve Doğu Almanya ile Kuzey ve Güney Kore gibi pek çok örnek, milletlerin kaderi üzerinde coğrafyadan daha çok yönetim sistemlerinin etkin olduğunu gösteriyor.
Doğada pek çok canlının gıda ve enerji temin ederek bir arada yaşadığı ortamlar ekosistemler olarak tanımlanır. Ekosistemdeki canlılar çevreleri ile madde, enerji ve bilgi alışverişi yaparlar. Orman, çöl, dağ ve bataklık ekosistemlerinde farklı canlılardan oluşan biyoçeşitlilik görülür. Türler arasındaki iş birliği ve çatışma gibi çeşitli ilişkiler hassas dengeleri oluşturur. Bu dengeler, volkan patlaması veya kuraklık gibi doğal nedenlerle bozulabilir. İnsanların ormanları yok etmesi veya gölleri kurutması da ekosistemlerde felaketlere neden olabilir.
İnsanların oluşturdukları sosyokültürel ortamı da bir ekosistem olarak tanımlayabiliriz. Bu yapıların yönetim şekli de toplumun kaderini belirler. Günümüzde üniversite, meslek lisesi, teknoparklar ve sanayiden oluşan yeni ekosistemler ülkelerin küresel rekabet gücünü oluşturuyor. Artık, İbn Haldun'un tezinin "Ekosistem kaderdir." şeklinde güncellenmesinin zamanı geldi.
Bu yazıda, medeniyetlerin yükselişi ve çöküşünü inceleyen bilimsel çalışmalara kısaca değinerek bizim sosyokültürel coğrafyamıza odaklanacağım. Geçmişte ve günümüzde kurulan bilim ekosistemlerinin toplumların yükselişine katkılarından bahsedeceğim. Amacım ülkemizde bu konuda yapılması gerekenleri işaret etmek.
Medeniyetler ve ekosistemler
Önemli medeniyetlerin yükselme ve gerileme nedenlerini kitaplarında tartışanlar arasında, Prof. Dr. Prof. Dr. Jared Diamond ("Çöküş" ve "Yükseliş"), Prof. Dr. Paul Kennedy ("Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri"), Dr. Jakob Bronowski ("İnsanın Yükselişi"), Clive Ponting ("Dünya Tarihi") ve Prof. Dr. Daron Acemoğlu ile Prof. Dr. James A. Robinson ("Ulusların Düşüşü") gibi pek çok bilim insanını sayabiliriz. (Not: Parantezler içinde bu yazarların bazı eserleri var.)
İslam medeniyetine odaklanan yazarlara örnek olarak da Prof. Dr. Fuat Sezgin ("İslam'da Bilim ve Teknik"), Prof. Dr. Bernard Lewis ("Hata Neredeydi?"), Prof. Dr. Frederick Starr ("Kayıp Aydınlanma"), Prof. Dr. Timur Kuran ("Yollar Ayrılırken"), Prof. Dr. Bekir Karlığa ("Batıya Akan Nehir") ve Prof. Dr. Salim al Hassani ("1001 İcat: Dünyamızda İslam Mirası") gibi pek çok bilim insanı akla geliyor.
Medeniyetler tarihindeki yükseliş ve çöküşlerden alınacak pek çok dersler var. Prof. Dr. Acemoğlu sorunların nedeni olarak kurumsallaşma eksikliğini gösteriyor. Prof. Dr. Kuran ise adaletin sağlanamadığı yerlerde gelişmenin olmadığına işaret ediyor.
İslam bilim ekosistemi
İslam dünyasındaki ilk önemli bilim ekosistemi Bağdat'ta kurulmuş, onu daha sonra Kahire, Sicilya, Endülüs, Meraga ve Semerkant'taki merkezler izlemişti. O dönemin bilim ekosistemini, tercüme edilen antik eserler, el yazması kitaplar, medreseler ve rasathaneler oluşturuyordu. Dönemin bilgi iletişimi, el yazması eserlerin kervanlarla taşınması yoluyla gerçekleşiyordu.
Abbasi halifesi Memun tarafından 828'de Bağdat'ta kurulan Beytül Hikme ekosistemi, bilimsel kurumsallaşma için tarihi bir örnek olarak gösterilebilir. Bu dönemde başta Yunan ve Hint kaynakları olmak üzere eski medeniyetlerin bilgi birikiminden yararlanmak için bir tercüme faaliyeti başlatılmıştı. Bu konuda Hristiyan Nesturilerin katkısı önemli bir yer tutar. Bağdat'ta kısa sürede kütüphane ve rasathane kuruldu. Bu ekosistemde El Harizmi, Ebu Musa kardeşler, Cahiz ve El Kindi gibi bilim insanları eserler verdiler. Ne yazık ki, 1258'de Hülagü komutasında gerçekleşen Moğol istilası sırasında kütüphaneler yakılıp yıkıldı. Kitapların atıldığı Dicle nehrinin günlerce boyalı aktığı söylenir.
8. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar varlığını sürdüren Endülüs Emevi Devleti'nde kurulan kütüphane ve medreselerde İbn Rüşt, İbn Haldun, İbn Tufeyl ve İbn Fırnas gibi bilim insanları yetişti. Bu hoşgörü ortamında Musa bin Meymun gibi Musevi uzmanlar da çalıştı. Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelen Hristiyan öğrenciler eğitim aldı. Endülüs, İspanyollar tarafından ele geçirilince bu bilim ekosistemi de ortadan kalktı. Kitaplar yakıldı. İspanya'yı terk etmek zorunda bırakılan Museviler Osmanlı topraklarına sığındı.
Orta Asya'da ve özellikle Semerkant'ta Sultan Uluğ Bey tarafından oluşturulan rasathane ve bilim merkezi de önemli bir ekosistemdi. Orada Kadızade Rumi, Cemşid El-Kaşi ve Ali Kuşçu'nun çalıştığı biliniyor. Uluğ Bey ve yardımcıları tarafından yapılan gözlemlere dayanarak, takvimler için kullanılan tablolar (ziç) hazırlandı. Ne yazık ki, 1449'da Uluğ Bey'in öldürülmesinin ardından rasathanesi yıkıldı. Orada yetişen Ali Kuşçu Semerkant'tan İstanbul'a geldi.
Bağdat, Endülüs ve Semerkant'taki bilimsel çalışmalardan haberdar olduğu anlaşılan Fatih Sultan Mehmet, Ali Kuşçu'yu Osmanlı medrese sistemini tasarlamak üzere görevlendirdi. Ne yazık ki, Fatih'in ve daha sonra Kanuni'nin kurdukları medreseler, bilimsel bir ekosistemin oluşturulması için yeterli olmadı.
Osmanlıların bilim ekosistemi kurma gayretinin bir somut örneği de III. Murad zamanında Takiyeddin rasathanesi ve bilim merkezinin kurulmasıdır. 1580 yılında görülen kuyruklu yıldız ve veba salgını tartışması nedeniyle, kuruluşundan kısa bir süre sonra şeyhülislamın fetvası ile bu merkez yıkıldı. Aşağıdaki minyatür o merkezdeki araştırmacıların hatırasını yaşatıyor.
17. yüzyılda Koçi Bey ve Kâtip Çelebi tarafından yazılan belgelerde, Osmanlı medreselerinin neden bir bilim ekosistemi oluşturamadığı net bir şekilde görülüyor. Bu sırada Osmanlılar, Avrupalılar ile yapılan kara ve deniz savaşlarında önemli kayıplar vermeye başladılar. 18. yüzyılın sonunda, başta askerlik, mühendislik ve tıp olmak üzere pek çok alanda geri kalındığı kabul edildi. Bu gidişi durdurmak için, içeriden engellemelere rağmen çeşitli önlemler almaya başladılar. Yeniden yapılanma hareketine gösterilen direnç padişahların tahttan indirilmelerine bile neden oldu. Sonunda, yeniliklere karşı duran Yeniçeri Ocağı kanlı bir şekilde kapatıldı.
Ordunun yeniden yapılanması ve eğitim verilmesi için yurt dışından uzmanlar getirildi. İthal edilen ürünlerin yerine, yerel üretim hedeflendi. Ne yazık ki, fabrika kurmak ve işletmek için gelen yabancı uzmanlar başarılı olamadı.
1868'de Pera'da meteorolojik gözlemler için bir merkez kuruldu. Daha sonra Maçka'ya taşınan bu merkeze bir rasathane eklendi. Bu rasathane de 1908'deki 31 Mart Vakası sırasında yıkıldı.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerde önemli bir yeri olan patentler ilkin 15. yüzyılda İtalya'da ve İngiltere'de verilmişti. Daha sonra pek çok Avrupa ülkesinde patent kanunları çıktı. Osmanlı'da patent yani İhtira Beratı ise 1879'da kabul edildi. Matbaa gibi bu konuda da asırlarca geç kalınmıştı.
Cumhuriyet döneminde kurulan merkezlerin ve üniversitelerin başarılı olduğu söylenebilir. Örneğin, Osmanlılar tarafından Fransız uzmanlardan alınan destekle kurulan Bakteriyolojihane-i Şahane, Hıfzısıhha Enstitüsü'ne dönüştürüldü. Orada üretilen aşılar Çin'e ihraç edildi. Ülkemizin halen güçlü olduğu demir, çelik ve dokuma gibi sektörlerinin temelleri Cumhuriyet'in ilk yıllarında atıldı.
Avrupa bilim ekosisteminin kuruluşu
İslam dünyasında bilimsel faaliyetler durma noktasına gelirken Avrupa'da, Rönesans döneminden itibaren büyük bir dönüşüm başladı. Amerika'nın keşfi ve matbaanın yaygınlaşması icatların yapıldığı büyük bir bilim ekosistemi oluşmasını sağladı. İslam dünyasında ise bu gelişmelere ilgi gösterilmedi. Örneğin, keşif ve icatlardan bahseden eserler tercüme edilmedi.
Avrupa'daki bilim ekosisteminin, eski medeniyetlerin ve özellikle de İslam medeniyetinin birikimi üzerine kurulduğunu, Prof. Dr. Sezgin, Prof. Dr. Karlığa ve Prof. Dr. Al Hassani tarafından yazılan kitaplarda görebiliriz. Avrupalılar, Yunanca eserlere Arapça tercümelerinden ulaştı. Ayrıca, Batı'da Avicenna, Alhazen ve Averroes olarak bilinen İbn Sina, El Hasan İbnül Heysem ve İbn Rüşt gibi pek çok alimin kitapları basılarak çoğaltıldı.
17. yüzyılda pek çok Avrupa ülkesinde bilimsel gelişmeleri desteklemek üzere, Beytül Hikme benzeri kurumların ortaya çıktığını görüyoruz. Örneğin, İngiliz Kraliyet Derneği (The Royal Society) tarafından desteklenen bilimsel faaliyetler ve yayınlanan bilimsel makaleler yeni teknolojilerin geliştirilmesini ve patentlerin alınmasını sağladı. Benzer şeklide kurulan İtalyan Accademia dei Lincei ve Fransız Académie des Sciences bilimsel faaliyetlerin yaygınlaşmasında önemli rol oynadılar.
Avrupa'da aydınlanma döneminde oluşan bilim ekosisteminde üniversite çok önemli bir yer tutar. Matbaanın sağladığı imkanlarla kitaplar, haritalar ve gazeteler kolayca çoğaltıldı ve ucuzladı. Buhar gücü ile çalışan trenler ve vapurlar ticareti ve iletişimi hızlandırdı. Bu dönemde kurulan araştırma merkezlerinde çok sayıda keşif ve icat yapıldı. Birçok bilim ve teknoloji alanının temelleri atıldı.
Günümüzde bilim ekosistemleri
Günümüzde bilim ekosistemlerin kurulması için ülkeler arasında yarış devam ediyor. Bu çerçevede artık çağdaş üniversiteler yanında bilgisayarlar, internet, uydular ve teknoparklar da önemli yer tutuyorlar. Ayrıca internetten yararlanarak, çeşitli ülkelerdeki uzmanların iş birliği ile projeler üzerinde 24 saat çalışmak mümkün oluyor.
Artık üniversitelerdeki araştırma çıktılarının ticarileşmesi için kurula yapılar çok önem kazanıyor. 20. yüzyılın ikinci yarısında ABD'de Stanford Üniversitesi civarında kurulan Silikon Vadisi örnek alınarak çok sayıda ülkede teknoparkların yaygınlaştığını görüyoruz. İngiltere'de Cambridge, Almanya'da Aachen ve Japonya'da Tsukuba civarında başarılı teknoparklar var. Bu yapılar, yarattıkları istihdam ve ekonomik katma değer ile ülkelerin gelişimine önemli ölçüde katkı sağlıyorlar.
Teknoparklarda, Prof. Dr. Michael Porter'in isimlendirdiği şekilde, bilişim ve biyoteknoloji gibi yeni sektörlere yönelik "kümelenmeler" de oluşuyor. Bu bölgelerde o sektöre yönelik uzmanlar yetişiyor. Şirketlere hizmet veren yan sanayi gelişiyor. Örneğin, Silikon Vadisi bilişim alanında uzmanlaşırken, Rotterdam'daki Delta Park'ta tarım sektörü öne çıkıyor.
Türkiye'de bilim ekosistemi kurmak
Ülkemizden kaynaklanan bilimsel yayınların ve patentlerin sayısı, bilim ekosistemimizin yetersiz olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, yüksek teknoloji ürünlerinin ihracattaki payı sadece yüzde 3 civarında kalıyor. Oysa gelişmiş ülkelere bu oran yüzde 30 civarında. Yüksek katma değerli ürünler üretilemeyen şirketlerde çalışanlar da düşük gelir elde ediyor. Bu tabloyu değiştirebilmek için bilim ve teknoloji temelli sanayilere ihtiyaç var.
Son dönemde Türkiye adalet, eğitim ve ekonomi gibi konularda küresel sıralamalarda geride kalıyor. Bu tablo gençlerin yurt dışına yönelmelerine neden oluyor. Doktora yapabilecek yetenekli öğrencilerimiz ve doktoralı uzmanlarımız ülkeyi terk ediyor.
Bilim ekosistemi oluşturabilmek için öncelikle dünya sıralamalarında öne çıkan üniversitelere gerek var ancak bu konuda başarılı değiliz. Daha önce de yazdığım şekilde, kaynaklarımızı daha az sayıda üniversitemizi küresel ölçekte güçlü hale getirmek için kullanmalıyız. Üniversite sayısı artarken akademisyen, yayın ve eğitim kalitesi düşüyor.
Türkiye'de pek çok teknopark kuruldu ancak yapılan araştırmalar onların da başarılı olmadığını gösteriyor. Bu konuda en önemli sorun araştırma ve geliştirmeye ayrılabilen kaynakların yetersizliği. Küresel ölçekte değerli bilimsel çalışma yapabilecek uzmanları çalıştırabilmek ve onlara proje desteği verebilmek için büyük bütçeler gerekiyor. Üniversitelerin ve teknoparkların sayılarının azaltılması durumunda başarılı olanlara daha fazla kaynak ayrılabilir.
Özetle, üniversitelerimizin küresel sıralamalarda konumu iyileştirilmeden teknoparklardaki üretkenliğin artması da mümkün görünmüyor. Oysa biz, mevcut şartlarda yetiştirebildiğimiz yetenekli insanlarımızın önemli bir kısmını beyin göçü ile kaybediyoruz. Bilim ve teknoloji projeleri için ayrıca iyi yetişmiş meslek lisesi mezunlarına da ihtiyaç var. Özellikle de bilişim ağırlıklı mesleklerde kalifiye eleman bulmak kolay değil.
Önemli bilimsel araştırmalarda, doktora sonrası (Post-doctorate) seviyesindeki uzmanlar da görev alır. Oysa Türkiye'de doktora sonrası araştırmacılar yaygın olmadığı için bilimsel çalışmalarda bu unsur da eksik kalıyor. Üniversitelerle ilgili önemli bir konu da doktora programlarının olmadığı bölümlerde lisans eğitiminin kalitesinin de düşük kalmasıdır. Eğitimin bütünsel olarak ele alınması ve orta öğrenimden itibaren akademik eğitime uygun olan gençlerin seçilmesi gerekiyor. Bu şekilde üniversite mezunları mesleklerinde daha başarılı olabilir.
Özet
Tarih boyunca medeniyetlerin oluşturdukları refah, adalet ve eşitlik ortamında kurdukları bilim ekosistemleri keşif ve icatlara kapı açmıştır. Onları ürün ve hizmetlere dönüştüren sanayiler ülkelerin gelişmesini sağlamış ve yüksek katma değer üretmiştir.
Türkiye'nin küresel rekabette varlık gösterebilmesi için bilim ve teknoloji alanlarında ciddi gelişme göstermesi gerekiyor. Bu şekilde üniversite ve teknoparklarda yapılacak buluşlar yüksek katma değerli sanayi ürünlerine dönüştürülebilir. Bu çalışmaları yapabilecek gençlerin ülkeyi terk etmesine neden olan şartlar da ivedilikle ortadan kaldırılmalıdır.
Son Söz: Küresel rekabette yer almak için, bilim ekosistemlerinde buluşlar yapmak ve onları ürüne dönüştürmek gerekir. Ülkemizde üniversite ve sanayi kuruluşlarını bu ortak hedefe yönlendirmeliyiz.