"Işık. Gölge. Sahneler" sergisinden bir kare
Bir mum… Önce yanan, sonra ağır ağır eriyen; gövdesi bir ışık içinde kaybolan, sönmeye yakınken en parlak haline bürünen… Bu sergiye adım atanlar için, mum bir parça sessiz anıyı hatırlatacak olabilir belki de koskoca bir hikâyeyi…
Odabaş’ın eserlerinde, üzerlerindeki parmak izleriyle binlerce küçük nokta bütünleşip koca bir hikâyeye dönüşüyor. Genelde tüm eseri bütün gibi görsek de bazen bir bütünü tamamlamak için orada olan, o binlerce içindeki tek noktaya da takılıp kalabiliyor insan. Yedi rengin bin bir versiyonu etrafındaki binlerce noktada hem bir kayboluş hem de tamamlanmışlık hissi var.
Mumlar, her sahnede, her başka gözde farklı bir anlamla yeniden doğuyor. Kimi zaman insanın geçmişinden fısıldayan bu titrek ışık kimi zaman geleceğe bir huzme oluyor.
Sanat dünyasına bu yıl kapılarını açan ve üçüncü sergisiyle sanatseverlerle buluşan Ruzy Gallery’nin dingin atmosferinde, sanatçı Çağatay Odabaş’ın 7 yıl aradan sonra sanatseverlerle buluştuğu “Işık. Gölge. Sahneler” sergisi, nefes kesici bir yolculuğa davet ediyor. Yüzyıllardır ışığın ve gölgenin içinde saklanan duyguları, mumun zamansız simgesiyle yeniden yorumlayan Odabaş, sanatseverlere zamanı ve hayatı sorgulayan bir derinlik sunuyor.
Çağatay Odabaş
Ruzy Gallery’i sanatın ve sinemanın kesişim noktasına dönüştüren “Işık. Gölge. Sahneler” sergisi, antika mobilyalar ve dönem objeleriyle şekillenen bir film seti atmosferiyle ziyaretçileri karşılıyor. Sanatçının titizlikle seçtiği sinematik sahneler ve o sahnelerdeki mumlar, bir objeden çok daha fazlası olarak birer başrole dönüşüyor. Gallery’nin kurucusu Esra Çevik’in dekorasyonuyla bir filmin içine çekildiğinizi hissettiğiniz sergiye Rahman Altın’ın sergiye özel bestelediği müzik de eklenince… Odabaş’ın benzersiz tekniği ve detaylıca düşünülmüş sinematik anlatımla baştan sona içine çekileceğiniz bir deneyim meraklılarını bekliyor.
Çağatay Odabaş ve Esra Çevik
Umarım o meraklılar sergiyi ziyarete gittiklerinde Çağatay Odabaş veya Esra Çevik ile karşılaşır, sergiyi onların heyecanlı anlatımıyla gezme imkânı bulurlar. Karşılaşamayacak olanlar için, sayın Çağatay Odabaş’ın keyifli anlatımına buyurun:
- Merhaba Çağatay Bey, sizi filmlerdeki karakterleri eserlerinize taşımanızla tanıyoruz. Eserlerinizin yoğun ilgi görmesinin ve yok satıyor olmasının bir sebebi de karakterleri sadece bir kez çalışmanız. Bu kez farklı bir tema ile karşımızdasınız. Ama önce sinemaya, sanata ilginiz ne zaman ve nasıl başladı öğrenmek isterim.
Çocukluğum sinema ile iç içe geçti. Dayım, 80'li yılların sonunda Video Haber adında bir dergi çıkartırdı. O yıllarda videokaset sektörünün en yoğun dönemiydi. Warner Bros, MGM gibi büyük yapım şirketlerinden filmler dayıma gelirdi. O filmleri ilk izleyenlerden biri olmak büyük bir ayrıcalıktı. Sabah akşam film izlerdim ve izlediğim filmleri oyuncaklarımla tekrar kurgular, resimlerini çizerdim. Hatta arkadaşlarımla Terminator 2 ve Ghostbusters filmlerini yeniden canlandırmıştık. Zamanla resim yeteneğim daha fazla öne çıkmaya başladı; ilkokul sonlarına doğru anne ve babam bu yeteneğimi fark etti. Çizdiğim karikatürler nedeniyle beni rahmetli Orhan Alev ve Oğuz Aral ile tanıştırdılar. O yıllarda Gırgır dergisi çok popülerdi ve bana küçük karikatürler çizdirmeye başladılar. O dönemde resimde oldukça iyiydim, ama okulda işler pek öyle gitmedi. 23 Nisan gibi etkinliklerde öğretmenimin istediği gibi değil, kendi ilgimi çeken film karakterlerini çizerdim. Sonuçta, ortaokulda resimden bütünlemeye kalan tek öğrenci oldum.
Sanat yolculuğum böyle başladı. Güzel Sanatlar’a olan ilgim doğrultusunda, 15 yaşında Yıldız Teknik Üniversitesi’ne girdim, ardından Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nü kazandım. Bir süre Fransa’da yaşadım. Hatta vatandaşlık teklif ettiler, ama Türkiye’ye dönüp askerliğimi yapmak istedim. Askerde de çok iyi komutanlarla çalıştım; bana özel bir atölye açtılar ve eserlerim Türk Silahlı Kuvvetleri arşivine alındı.
2000 yılında, Türkiye’nin en eski galerilerinden biri olan Artisan Sanat Galerisi’nde ilk sergimi açtım. O zaman 20 yaşındaydım, Ertan Bey hep "Galeride en genç sergi açan sanatçı rekoru sende," derdi. Bu galeride Mehmet Güleryüz, Komet ve Alaaddin Aksoy gibi önemli sanatçılar sergi açardı. Maceram böyle başladı. İlk sergideki eserler, bugünkü dönemimden farklıydı. O zamanki eserlerimde de sinema dokunuşları hep vardı, ama farklı dönemler geçirdim; soyut dönemler, figüratif dönemler derken tarzım gelişti. Olgunlaştıkça, sinemanın etkisini daha derinlemesine işlemeye başladım.
- Çok fazla film izlemiş birine sormak kolay değil ancak sizi en çok etkileyen film ve yönetmen?
Bu soruyu bazen soruyorlar, "Hayatın boyunca sadece bir film izleme şansın olsa hangisini seçerdin?" diye. Hep aynı cevabı veririm: Back To The Future (1985). Çünkü o filmin senaryo yapısı, eğlenceli dünyası ve zaman akışı o kadar başarılı ki… Hatta Amerikan Film Akademisi tarafından ders olarak okutuluyor. Olay örgüsü, zamanla oynama biçimiyle mükemmel bir senaryo. Bu film benim ilk üçümde kesinlikle yer alır. Ama izlediğim ilk film aslında başka: 1984 yılında annem beni Süreyya Sineması’na E.T.'ye (E.T. The Extra-Terrestrial 1982) götürmüştü. O zamanlar çok küçüktüm, üç buçuk yaşlarındaydım. Annem bile, “Korkar mısın acaba?” diyerek bizi localara oturtmuştu, gerekirse çıkalım diye. Ama filmi büyülenmiş gibi izledim.
Türk sinemasında benim için bir numaralı film ise Kapıcılar Kralı. Çünkü o filmdeki apartman, tam anlamıyla Türkiye'yi simgeliyor. Umur Bugay o apartmanı bizim hikayelerimizi çekmek için kullanmış. Bir de Muhsin Bey var, onu da çok severim. Ama bu filmlerden hiç eser yapmadım. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi yönetmenleri severim ama en sevdiğim yönetmen Michael Haneke’dir. Tabii Türkiye’de Haneke’nin filmleri biraz sert bulunuyor. Yine de Haneke, David Fincher, Lars von Trier ve Tarkovski bende her zaman özel bir yere sahip.
- Bu sefer eserlerinizde başrolü muma bıraktınız. Filmlerdeki karaktere değil, filmlerdeki bir objeye…
Mum çok etkileyici hatta yaşayan bir obje diyebiliriz. Bir gövdesi var, bir ışığı var ve yandıkça o gövde eriyor, ışığı titriyor. İlk başta taze, hayata yeni başlamış bir bebek gibi parlıyor. Zamanla o ışık loşlaşıyor, gövde ise daha estetik bir forma bürünüyor; orta yaşın dinginliği gibi... Sonunda ışığını iyice azaltıp tamamen eriyor. Yani, tıpkı insanlar gibi bir döngüyü tamamlıyor. Sinema dünyasında da birçok farklı yönetmen bu objeyi filmlerine dahil ediyor. Bazen çok ileri bir gelecekte geçen bir filmde, bazen de 1500'lü yıllarda geçen bir sahnede... Zamansız bir obje, her döneme uyum sağlayabiliyor. Yönetmenler bilinçli olarak mı kullanıyor bu objeyi, yoksa filme doğal bir destek sağlamak için mi? Bu konuda net bir şey söylemek zor.
Bu sergi konseptini oluştururken mumun bu zamansız özelliği beni çok etkiledi. Sergi fikrini Ruzy Gallery’nin sahibi Esra Çevik ile paylaştığımda o da heyecanlandı. Sergiyi galeriye taşıdık ve Esra Hanım da burayı, mumun etkisini artıracak otantik ve orijinal bir atmosfere dönüştürdü. Buradaki dokunuşlarıyla galeri adeta bir film seti havasına büründü. Bu sergide, ben adeta yönetmen oldum, Esra Hanım ise görüntü yönetmeni… Ayrıca Rahman Altın bu sergiye özel bir müzik besteledi, bir tür soundtrack oluşturdu. Tüm duyulara hitap eden bir atmosfer yaratmak istedik; ziyaretçilere bir filme gidip etkilenmiş hissini yaşatmayı amaçladık. Bu filmin oyuncuları da mumlar oldu.
-Evet, sergi alanı, küçük bir film stüdyosu gibi…
Esra Çevik, sergide gördüğünüz masa, sandalyeler ve diğer mobilyaları kendi, koleksiyonundan bir kısmını da Fransa’dan özel olarak getirdi. Eski bir halı, antika bir şömine gibi detaylarla buraya tarihi bir doku kazandırdık. Ayrıca bir sahne kurduk, ışık ve gölgeyle oynayan bir alan… Gelen izleyiciler isterlerse bu sahnede bir şarkı söyleyebilir ya da atmosferin keyfini çıkarabilirler.
- Sergiye adım attığımda hangi mum hangi filme ait asla bilemeyeceğimi düşünüp paniklemişti. Ama eklediğiniz QR kodlar sayesinde, tablodaki dondurulmuş bir andan adeta film sahnesinin içine çekiliyoruz gibi hissettim. Sanki o tablo zaman tüneline açılan bir kapı gibi…
Evet, eserlerdeki mumların her biri belirli bir filmden geliyor ve her muma özel bir QR kod ekledik. İzleyiciler bu kodları okuttuklarında, mumu içeren sahneyi 30 saniyelik bir videoyla izleyebiliyor. Bu seçkide sinema tarihinin farklı dönemlerinden pek çok film var; ana akım yapımlardan festivallerde gösterilen bağımsız filmlere kadar geniş bir yelpaze sunduk. Sıradan mum görselleri değil, sinema tarihine ışık tutan, anlam katmanları barındıran seçimler yapmaya özen gösterdik.
- Peki, seçimi yaptıktan sonra tablonuza nasıl aktarıyorsunuz?
Sinema filmi içindeki sahneyi seçip donduruyorum ve ardından dijital yöntemlerle farklı katmanlara ayırıyorum. Her eserde aynı yedi renk paletini kullanıyorum. Tıpkı Lego parçaları gibi; her bir parça aynı ama bir araya geldiklerinde bambaşka bir şey ortaya çıkıyor. Bir eserin tamamlanması bazen yüz binlerce noktadan oluşan detaylı bir çalışma gerektiriyor. Örneğin, büyük bir eserde 600 bin ile 450 bin nokta, 1 metrekarelik eserde ise yaklaşık 200 bin nokta işleniyor.
Bu sergide 60 civarı eser var. Her biri sinema ve mum teması etrafında şekillendi. Bazı eserlerde o sahnedeki karakteri de dahil ettim, bazılarında sadece mumlara odaklandım. Bu karakterler, önceki çalışmalarımı hatırlatıyor ve sergiyi destekliyor. Örneğin, Christopher Nolan’ın The Prestige filminden Scarlett Johansson’ın olduğu bir sahne veya Brad Pitt’in Interview with the Vampire filmindeki masada oturduğu sahne... Sergiyi gezerken, Brad Pitt’in oturduğu masanın karşısında gibi hissedeceksiniz. Bu detaylarla hem diğer portre çalışmalarıma bir gönderme olsun istedik hem de ziyaretçilerin bu atmosferi bir film gibi deneyimlemesini arzu ettik. Serginin her katı farklı dönemlere hitap ediyor; alt katta daha güncel dönemler, üst katta ise daha klasik figürler var.
- Bir eseri tamamlamak kaç gün sürüyor?
Eserlerdeki detaylar tamamen el işçiliği ve mum ışığını nokta nokta işlemek uzun bir süreç gerektiriyor. Bu yüzden büyük eserlerin yapımı altmış günü bulabiliyor.
- Tam bir sabır işi! Şimdi bu el emeği göz nuru üretimlerin üzerine yapay zekâ sanatı var. Onu da “tek tuşla” diyerek küçümsemek olmaz elbet ama sizin bu konuda düşünceniz nedir?
Rahmetli Burhan Doğançay "Dört asırlık treni kaçırdık, Rönesans’ı yakalayamadık” derdi. Bu kez kaçırmamız lazım. Sanatın teknolojik gelişimle de desteklenmesi gerektiğine inanıyorum.
Bazı sanatçılar yapay zekayı kullanarak benzer işler yapmaya çalışıyor, ancak ben kendi işlerimde yapay zekâ kullanmıyorum. Bu, sanat eserlerimin özgünlüğünü koruyor. Teknoloji ile desteklenmiş Sanat eserleri, elektriğin olmadığı bir ortamda bile var olabilir mi? Bence bu mümkün değil. Varoluşa hitap etmeyen eserler, insanlığa da hitap edemez. Bu nedenle bazı modern sanat türleri bana komik geliyor. Yapay zekâ ilerledikçe, benim gibi manuel çalışan sanatçıların eserlerin değeri daha da artacak kanaatindeyim.
Felaket senaryolu filmleri hatırlayın, örneğin, bir göktaşı dünyaya yaklaşırken, Mona Lisa ya da insan hakları bildirgesi gibi önemli eserler korunmak için sığınaklara taşınır. Hatta II. Dünya Savaşı sırasında tüm sanat eserleri metrolarda saklanmıştır.
- Filmin müzikle tamamlandığına inananlardanım. O yüzden sergiyi gezerken müziğin de bize eşlik ediyor olması her şeyi yerli yerinde ve tam hissettirdi. Rahman Altın ile iş birliğiniz nasıl oldu?
Fikir uyumu yakaladık diyebilirim. Kendisi dünyaca ünlü bir besteci olmasının yanında Türkiye’nin en büyük Star Wars koleksiyonuna sahip bir koleksiyoner. Projeyi konuşurken başta müzik konusunda tereddüt etsem de RAHMAN altın ismini duymam ile büyük bir mutlulukla projeyi oluşturduk. Onunla bu projeyi yaparsam doğru bir seçim olacağını düşündüm. Altın’la serginin genel konsepti üzerine toplantılar yaptık. Ona serginin derinliğini anlattım, notlar aldı ve bunları saklıyoruz. Bu notlar üzerine çalışarak sergiye özel bir kompozisyon yarattı. Gerçekten bir sanat eseri gibi güzel bir müzik ortaya çıktı.
- Bu sergi yedi yıl aradan sonra geldi? Uzun bir ara mı?
Eserlerimin üretim süreci oldukça uzun ve meşakkatli, bu yüzden çoğu zaman koleksiyonerlerin ilgisi nedeniyle eser biriktiremiyorum. Eserler daha bilgisayar aşamasındayken bile koleksiyonerlere gitmiş oluyor ve bitince hemen teslim ediyoruz. Bu yüzden, sergi için yeterince eser biriktirmek kolay olmuyor. Ancak “Mum” konsepti için uzun zamandır doğru şartları bekliyordum. Esra Hanım’ın bu güzel mekânı açmasıyla, projeyi onunla paylaştım. Onun da desteğiyle burada sıradan bir sergi değil, özel bir konsept sunduk. Bu eserler buradan sonra farklı koleksiyonlara gidecek, dolayısıyla bir daha bu kadarını bir arada görmek mümkün olmayacak.
- Karakterler ve mumlar… Sinemaya dair bundan sonra çalışacağınız detay ne olurdu?
Sinema, içinden her zaman yeni hikayeler çıkarabileceğiniz bir derya. Eski Türk filmlerindeki sahneler bile hala ilham verici. Merdivenler, yazılar, bakışlar gibi unsurlar da sinemada güçlü semboller. Örneğin bir karakter eve koşarak gelir, bir mektup açar veya gazetede bir haber görür. Memento’daki dövme sahnesi gibi… Bundan sonrası için bazı fikirlerim var ama şimdilik bende kalsın.
- O halde ziyaretçisi çok olsun. Yeni serginizi de üzerinde tahminler yürüterek merakla bekliyor olacağız.
*Çağatay Odabaş’ın birbirinden özgün eserlerinin yer aldığı “Işık. Gölge. Sahneler” sergisi 15 Aralık tarihine kadar Ruzy Gallery’de ziyaret edilebilir.
Sümeyra Gümrah kimdir?
Sümeyra Gümrah Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV ve Sinema Bölümü'nden mezun oldu.
Öğrenim süreci boyunca Kanal D bünyesindeki radyolarda görev aldı. Yönetmen yardımcısı olarak başladığı kariyerini, kültür sanat sektöründe basın danışmanlığı yaparak devam ettirdi.
2006 - 2013 yılları arası Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda görev yaptı.
Fatma Berber ile kaleme aldığı Destek Yayınları'ndan Bir Pera Masalı isimli gezi kitabı ve Pink Floyd - Kilidi Açamazsan Kır Kapıyı isimli biyografi kitabı; Ayrıntı Yayınları Düşbaş Kitapları'ndan Bir Porsiyon Sanat isimli kitapları bulunuyor.
|