Umarım bu yazı bittiğinde başlıktaki soru da yanıtlanmış olur. Bir caz konserinin içinde, duygusal bir med-cezir yaşarken ağzımdan bir anda çıkan bu soruyu; yazımın sonunda siz de bana sorabilirsiniz.
Büyük oğlum Doğaç Su ve Babamla birlikte bundan on - on iki yıl kadar önce gitmiştik Pınarbaşı’na en son.
Pınarbaşı / Dedem ve Babaannem Saide - İsmail Gündoğ evi
Babamın doğduğu günlerde (1942) dedem tarafından yapılmış olan ve ailemizin tüm fertleri gibi benim çocukluk anılarımı da barındıran, şimdi yıkılmış olsa da o günlerde ayakta fakat bir hayli yorgun görünen evin önüne geldiğimizde, oğlumla gözlerimizi, bahçede son kalan elma ağacına baka kalan babama çevirmiştik.
Her yaşının hesabını görmeye gelmiş gibi,
Her anısının peşinde, varlığının kanıtlarını arayan,
Bazen coşkulu, bazen hüzünlü bir adam vardı karşımızda…
Döndüğümüzde Milliyet gazetesindeki bir yazımda bu cümleleri kurmuştum babam için.
Bir anayı arar gibi, babasının eve gelişini bekler gibi
Her sokak başında durdu, baktı;
Oyuna dalmış çocukların içinde kendini aradı babam.
Alex, müziğin ritmine kendini kaptırdığı yetmezmiş gibi şarkılara da eşlik etmeye başladı, bense o anlarda enstrümanlardan çıkan her melodinin kanatlarına tutunmuş, doğduğum toprakları, Torosların uzun yaylası Pınarbaşı’nı düşünüyordum geçen perşembe akşamı.
Pınarbaşı / Fotoğraf Serdar Gündoğ - 2013 Eylül
Yaşar Kemal’in ‘Bir Ada Hikayesi’ dörtlemesinin kahramanlarından Poyraz Musa... Pınarbaşılı’ydı.
Şeref madalyası sahibi Musa, savaştan sonra kimseyi bulamaz köyünde, mübadele yıllarında Rumların boşalttığı bir adada yeni bir yaşam kurmaya çalışır sonra.
Karınca adasını terk edip Yunanistan’a gitmeyen, savaşın getirdiği onca acı ve yıkımın diğer yarısı olan Vasili ile burada karşılaşır.
‘Sevdalarını yüreklerinde sır gibi taşıyan adam gibi adamlar, kadın gibi kadınlar yüzlerini yeni bir hayata dönerler bu romanlarda’
Uzun zaman önce, Kayseri’den ilk adalara, oradan da el mecbur Bodrum’a gelip yerleşen aileleri de bildiğimden olsa gerek; sadece sahnedeki müziği dinlemekle kalmayıp yüzlerce kilometre uzaklara gidip onlarca yıl gerideki mübadillerin, muhacirlerin kederleri tazeliyordum zihnimde.
Kardeş festival olan Uluslararası Rodos Caz Festivali ile yıllardır süren kültür köprüsü kapsamında bu sene Uluslararası Bodrum Caz Festivalinde sahne alan Yunanlı sanatçıların müziğini, seçkilerinden bağımsız; iki yakada arada kalmışlığın, yakın coğrafyalarda yaşanan dramların türküsü gibi yorumladığımı o kadar açık etmiş olmalıydım ki;
Bir ara bana dönen Alex, o anın içinde olmadığımı düşündüğünü sakınmadan: “Şarkı Fransızca” dedi, gülümsedim, zihinsel karmaşam ve kaçışım sırasında bir tanık bırakmıştım.
Bir ayağı hala Paris’te de olsa Bodrum’da geçirdiği zamanlar gittikçe artan Alex Akimoğlu, bu ara, T24’teki yazılarını çoğunlukla Bodrum’daki IP adresinden gönderiyor artık ve ikimiz de bir fani olarak günlük yaşamdan vakit aşırdıkça, etkinlikleri arşınlıyoruz üstatla.
Bodrum Caz Festivalinin sekizinci yılında şahane konserlerin üçüncü günü, Dibeklihan Kültür ve Sanat Köyü’nde başlı başına bir festival gecesi yaşıyorduk.
George Kontrafouris Baby Trio feat. Nestor Vassilakis - Sibel Köse & Dimitri Vassilakis, yaklaşık iki buçuk saat, dinleyenlerini mest eden bir lezzet sunuyordu o gece.
Beni de sürgünlerden, yıkımlardan, acılardan kaçıp ötelerden gelenlerin, ötelere gidenlerin memleketi olan Pınarbaşı’nın hissettirdikleriyle, sardı ve sarmaladılar.
Ve ne iyi ettiler.
Evet, başa dönersek şimdi; o kadar kararsız değilim!
Sekizincisi gerçekleşen Uluslararası Bodrum Caz Festivali, ne zamana ne mekâna sığmayacak kadar çok şey yaşatıyor, çok şey başarıyor.
Nice sekiz yıllar diliyorum.
Eyvallah.