01 Eylül 2024

Bir dikiş makinesi, dört kadın  

Tanrıyla hiç ilgisi yoktu, sevgi kurtaracaktı dünyayı, güzel bir utanç gibi bir sevgi...

Görücüler geldiğinde ip atlıyordu sokakta, düşünün ki ilk çocuğu dünyaya geldiğinde küçücük memelerinden utandığından emziremez yavrusunu, gelip geçici bir şey gibi değildir yaşadığı, üstesinden gelemez.

Ve doğurduğuna bile inanamadığı o küçük varlığı kaybeder...

Bir dikiş makinesine tutunmuş dört kadının hikâyesini* ilk okuduğumda, yüzyıllık bir sırrın azar azar ve avaz avaz kanıma karıştığını hissetmiştim.

"Yaşamak ağrısı asıldı boynuma" dediği böyle bir şey olmalıydı Nevzat Çelik'in de.

Asılacak körpecik bir gencin son mısrasını hatırıma getiren anlatı, kaç yüzyılın gün yüzüne çıkmamış, çıkma ihtimali bile olmamış sırlarından sadece biri olduğu kadar; sarsıcı, fena bir yaşanmışlıktı.

İnsan, öyle şeylerle sınanıyor ve yine öyle şeylerle devam edebilecek gücü bulabiliyor ki kendinde, bu Tanrı'nın bile bir başına baş edebileceği bir şey olamazdı.

Günlerdir, çıldırmış gibi geriye hiçbir şey bırakmamacasına ahlaksızca, alçakça insan eliyle kirletilen hayatın içinde giderek şiddetle artan yozlaşma ve aç gözlülük karşısında nutkum tutulmuş; olanları izliyor, okuyor ve düşünüp duruyorum...

Yine bir kadını öldürdü en son. Biri, güya deli gibi seviyormuş ve yine minicik yüreği ve bedeniyle bir çocuk kayıp ve koca bir tarih talanı haberlere düştü internette bugün, sonra yine bir doğa katliamı yaşanıyordu bir yerlerde ve her yerde aslında. 

Bir adama çarptı biri sonra ve kaçtı, öyle düştüğü yerde bırakıp ve sokaklarda linç sırası köpeklere gelmişti, kediler de zor kaçardı bundan sonra.

Peki ya, mesela domuzlar!  Tek taraflı bir kararla evcilleşmeyi seçen sokaktaki son hayvan nesli için aklından ne geçiyor ey sahip!

Bu da bir şey mi diyeceksiniz, biliyorum yine kalleşçe bombalar düşmüyor muydu Gazze'ye ve daha kim bilir kaç yerine yer kürenin.

Düştüğü yerde ateşler yanmıyor muydu? Yazık ki sürüyor hâlâ dünyanın imtihanı bin bir kötülükle.

Düşününce biraz, aynı şey değil tabii de, gidişat bu kadar kötüyken dünyayı utançtan başka ne kurtarabilir ki?

Ne dersiniz, "Güzel bir utanç kurtuluşumuz olabilir mi?"** 

* * *

Ondan on beş yaş büyük Hasan'ın kabahati değildi ya, ne bilsindi zaten, iki gözcağızının nuruydu Nazile.

Nazile'nin de kalpcağzı bundan titremişti ya, neredeyse çizmelerine gelen boyuna aldırmadan bu upuzun adamla evlenmişti işte ve göğüsleri bir anneye benzedikçe yaşama sıkı sıkıya sarılan iki çocuğunu emzirebilmiş ve büyütebilmişti sonunda.

Nazile, Hasan'ını çok erken kaybeder, sonra da babasını. 1940'lı yılların ortasıdır; annesi Zehra, iki kızı, Nermin ve Azime ile birlikte dört kadının yoksullukla tanıştığı o zorlu yıllar, hiç ama hiç kolay geçmeyecektir. Ve nice badireyi atlatıp İzmir'in Ballıkuyu semtinde, yazarının "Mutfakta çay hiç eksik olmadı, bir de radyonun sesi hiç kapanmadı" diye anlattığı evlerine taşındıklarında en nihayet yine bir arada ve mutlu olacaklardır sonunda.

Yanında dikiş öğrenmeye gelen kızlar, şarkılardan fal tutar Nermin'in şansına, Nazile'nin büyük kızı Nermin, Akşam Sanat Enstitüsünde yetişmiş gururlu bir Cumhuriyet kızıydı.

Sevemedim kara gözlüm seni doyunca

Otuz beş yıllık terzilik hayatında ilk ve tek gelinliği kendisi için dikmiş ve bir daha kimseye gelinlik dikmemişti Nermin. On yedi yaşında aklını başından alan gözü kara bir aşka kapılır, evlenir ve daha yirmi yaşına varmadan o aşk, arkasını döner ve gider…

Bir tek, her duyduğunda diktiği bayramlıklara gözyaşlarının düştüğü o şarkı kalır geride: "Sevemedim kara gözlüm seni doyunca."

Hüzünlü bir zaman diliminden süzülen anıların elini hiç bırakmayan Burcu, ilk öyküsünde onu kendi yapan kadınları kaleme alınca, dünyaya gözlerini açtığı semtin sokaklarıyla bir 35 yıl sonra da beni tanıştırmaya götürmüştü geçen Mayıs'ta.

Kadife gibi, iki gözümüzün nuru kadınların yaşadığı evlerin önünde durduk bir süre, içeriye baktık, yoktular. Yaslandıkları ağaçların gölgelerinden seke seke, yürüdükleri aynı kaldırımlardan kendimize eski ama yeni bir yol bulmuş gibiydik:

Tanrıyla hiç ilgisi yoktu, sevgi kurtaracaktı dünyayı, güzel bir utanç gibi bir sevgi...

Eyvallah.


* Dikiş Makinası hikâye/yazı Burcu Gündoğ

** Yazar Ahmet Sarı'nın aynı adla bir yazısından alıntı.

Serdar Gündoğ kimdir?

Serdar Gündoğ, Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesinde doğdu. İlk ve Orta Okulu Ankara'da, Liseyi ise Aydın'da tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümünü İzmir'de bitirdi.

Türkiye'nin ilk haber portallarından bodrumhaber.com ve aynı adla yayımlanan günlük gazetenin genel yayın yönetmenliğinin ardından çeşitli yerel haber portallarında, Posta ve Milliyet gazetelerinin eklerinde haftalık yazılar yazdı.

2009 yılından itibaren yerel ve genel seçimlerde kampanya yöneticiliği ve danışmanlıklar yaptı.

Çevre ve insan temalı farkındalık projeleri için fikir ve senaryolarına katkı sağladığı kısa filmler ve belgesellerin yapımcılığı yanında kültür ve sanat etkinlikleri de düzenleyen Serdar Gündoğ'un marka ve siyasi danışmanlıkları devam ediyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Dost beni bıraktı ah ile zarda...

Suça ortaksa bir köy, yıkılsın emi! Suça ortaksa can bildiklerin, Tanrı cezalarını versin!

CHP halka ne vaat ediyorsa tüzüğünde de o olmalı

Parti içinde demokrasiyi savunan tutarlı bir muhalefet sorunu (arayışı) var

Bodrum için eylem vakti: "Havlunu al gel, Gerenkuyu hepimizin!"

Bir avuç duyarlı insan, binlerce insanın hakkına hukukuna dokunulmasın diye yaşamın ta kendisi ekosistemin korunması ve çevrenin savunulması adına eylemden eyleme koşturması arasında; şimdi de "Havlunu al gel, kıyılar hepimizin" diye ilana çıktı

"
"