1982’de geçtiği halde zamanın politik içeriğinden muhtemelen zorunlu olarak kaçılan ve İzmir Gültepe’de ‘öteki’leri anlatan dizinin en önemli farklılığı ne dönem dizisi ne de melodramı güçlü ezilenler hikayesi olmasından kaynaklanıyor. Gayet inceden ancak çok ve net bir şekilde tüm metinlerin muhafazakarlaştığı bir dönemde kadın kahramanın ‘yasak aşka’ düşmesi büyük risk ve çok güçlü bir aksi argüman oluşturuyor. Kutsal aile mitinin hemen hemen tüm kanallarda sorgulanamaz, dokunulamaz ve asla kadın kahramanın aldatmaz yapısına çomak sokuluyor. Umutsuz, yoksul, mutsuz ve sıkışmış bir dünya ve dönem içinde Gülümser, kocası hapishanede 40 yıl yemiş çocuklu bir kadın olarak aşık olmuştur ve bu ‘evli ve başkasına aşık kadın’ karakteri ülkemiz dizi tarihi açısından pek rastlanır bir durum değildir. Giderek muhafazakarlaşan iç içe geçmiş parçalı akışın tüm kanallarda yaygınlaşması ve iktidar yanlısı çıkarcılığın sonucu hızla değişen toplumsal yaşam biçimleri, ekranda toplumdaki karşılığından daha yoğun ve yaygın biçimde temsil edilmektedir. Dolayısıyla dizi, semtin sokak kavgalarının altında yatan kültürel ideolojik süreçleri anlatmaya çalışırken geçmiş iktidar ilişkilerini ortaya çıkarmaya yanaşmıyor, yine de dönüşüme itilen bireyler üzerinden değerli karşıtlıklar oluşturarak aile ve özellikle kadın kodlarında cesur kırılmalara zemin hazırlıyor.
Gülümser’in yasak aşkı Halil’e koşması, sarılması, öpüşmesi, gizlice buluşması gibi detaylandırılmış bir ilişkinin izleyicinin kabulüne sunulması oldukça ilgi çekici ve heyecan verici bir karşı duruş olarak değerlendirilmelidir. Gerçi Gülümser’in akıbetinin ne olacağı ve belki bu aşkı temize çıkarmak için ne gibi sebepler verileceği henüz bilinmiyor ama yine de iyi özelliklerle donatılmış bir kadın kahramanın buluşmaya koşması, oğluna yalan söyleyip eve geç kalması, kocasını hapiste görmeye gitmek istememesi izleyicinin hiç alışık olmadığı türden eylemler.
Aldatan kadın her zaman anti-kahramandır ve dolayısıyla mutsuz olmalı, cezalandırılmalı, yalnız bırakılmalı ve sonunda mutlaka ölmelidir. Aslında sadece bizde değil Anna Karenina’dan Bihter’e kadar sadık olmayan eşin sonu her yerde illa ki ölümdür. Kimse öldürmezse intihar eder ve temiz dünyamızı daha fazla kirletmeyi kendileri de reva görmezler. Kadın aldatıyor ve ölmüyor ise bu karakter hiçbir ara ton barındırmayacak denli kötü, karanlık, ahlak dışı bir yan öyküdür ve kayda değer değildir. Örneğin Kuzey ve Güney dizisinde Simay kocasını aldatıyordu ancak zaten ahlaksız, acımasız, yalancı, çıkarcı ve zayıf bir insandı. İki sezon boyunca dayak yedi, aşağılandı, ailesi tarafından reddedildi, yüzüne tükürmeyen kalmadı ve tamamen yalnız bırakıldı. Sonunda ölmese de olurdu çünkü zaten iyilerden biri değildi ve ana mevzuyla ilgisi olamayacak kadar değersizdi. Kaldı ki bin kere tövbe ettirildi. Benim Adım Gültepe’de ise Gülümser olay örgüsünün kalbinde duruyor yani kahraman ve yasak aşkı dışında iyi bir anne ve düzgün bir insan profili çiziyor.
Dizinin can alıcı bir başka öyküsü ise aralarında yine karanlık bir aşk hikayesinin gölgesinde kirlenmiş iki kız kardeşin bir arada kalmak zorunluluğu. Baba evinin her zaman kucaklayıcı olmayan soğuk çatısı altında kardeşliğin koşulsuz paylaşmak olmadığını, en büyük düşmanlıkların bazen aile içinde ve tam burnunun dibinde geliştiğini gösterirken aile mitinin kutsallığı ağır bir sınava çekiliyor.
Acı çeken annesinin yaşamına son veren evladın Raskolnikov benzeri vicdan sancılarının kaynağı yine aile kurumunun sözde sıcak yuvasında yaşanıyor. Ölüm döşeğinden kurtulamayan annenin yaşam çilesine, oğlu annesini öldürerek son veriyor. Yaşamdan kurtarmak için öldürmek çare oluyor ancak ‘öldürme’ eylemi izahı ikna etmeyen bir suçlu yaratıyor.
Üfürükçü hoca babayı intihara iten ve kardeşlerin çığlıklarına neden olan yapının kaynağı da yine kutsal aile içindeki dayanılmaz yalan, dolan, tecavüz, hırsızlık olarak birbirini izliyor. Oğlu, babasının çevirdiği dolaplara göz yumup ailenin birliğini korumak yerine polise ihbar ederek aile kurumuna ihanet ediyor. Dizi aile mitini zorlayan farklı kahramanlarıyla zarif, sessiz ve insani gerekçelerle özürlerini sıralıyor ve yuvaların her zaman dahası çoğu zaman yuva olmadığını açık ediyor.
Geleneksel toplumsal rollere alternatif karakterler, alışılmadık kabulü zor eylemlerine karşın acınası insanlık halleriyle hem kurban hem katil olmanın günahını ve masumiyetini taşıyarak yeni bir temsil sunuyorlar. Kısacası klasik ailenin illa ki egemen uzlaşmacılığına muhalif bir anlamlandırma süreci başlatmış durumdalar. Başta Gülümser olmak üzere dizinin özneleri klişeleşmiş, kutsallaştırılmış, sabitlenmiş egemen doğruları kıran ve bir şekilde egemen olana direnen kahramanlardır. Televizyonun çok masum bir eğlence vesilesi gibi görünmesine karşın en yaygın kullanılan ideolojik bir aile aracı olması nedeniyle dizinin kaleyi sessizce içeriden yıkan bir metinle ana akım medyada ve tam saatinde yayına konması bu sezonun sevindirici ender işlerinden biri olarak ilerliyor. Gülümser’in mutluluğunun çok görülmemesi ve seyirci ‘Benim Adım Gültepe’yi korusun temennisiyle…