Tatavla'da Son Dans, 6-7 Eylül’ün linç ve yağmacı eylemlerini kırık dökük köhne bir evin duvarlarına tutunan iki kadın karakter üzerinden dokunaklı ve yine de eğlenceli bir dille anlatan seyri doyumsuz bir oyun. Oyun, bugüne temiz bir sayfa açmak ve hayatın her alanından ümitlenmek için dünün karanlığını deşifre ederek yüzleşmek zorundalığını reçete veriyor. Kadına özgü yaratıcı direncin erkek egemen sistem ve politikalara rağmen yeşerebildiğini örneklendiren iki kişilik bir yürek, akıl ve dev örgüte dönüşmesi hem sevgi, saygı hem de acıtan bir mizaha dönüşüyor.
Berfin Zenderlioğlu’nun metni bir tenis maçına çeviren tempo, estetik ve dengeli aksiyon planı etkileyici bir akışa doğallık ve derinlik kazandırıyor. Metin, iki kadının çatışmasını popüler kültürün her daim romantize ettiği eril milliyetçilik dilinden uzak tutuyor iyi ki! Böylece oyunun söylemi karanlık tarih ifşa edilirken dahi steril bir emniyet hissiyatı geliştiriyor ki bunu ‘kadın dünyası’nın direnişi dansa, belki bugünlerde saç kesme eylemlerine yani her hâlükârda şiddete başvurmayı ihtimalleri arasına koymayan her türlü itaatsizliğe benzetmek mümkün kılınıyor.
Tüm ailesi ve yakınlarının göç ederek terk ettiği ülkesinde evine adeta kendi doğasını tanımlayan kökler gibi tutunan Eleni (Sumru Yavrucuk), tutkulu bağlılığından fantastik kahramanlıklar üretmiyor. Tersine yaşamı müjdeleyen yemekler, şarkılar, danslar, kokular, çiçekler gibi tensel ve tinsel heyecanları dile getirerek insan doğasının gerçeğini basitçe hatırlatıyor. İktidar diline karşın sıradanın olağan dili yeğleniyor. Sınırlar, yasalar, devletler ve talan kapısını aralamaya izin çıkaran yayılmacı vahşetin eril dilinden arınmış yumuşacık bir sarmal yaratılıyor. Öyle ki alttan alta sahneden seyirci koltuklarına ulaşan dalgalar halinde gecikmiş bir af dileme, özür ve barışma gibi düşünceler düşürüyor akıllara. Ne de olsa sahne, eril dilin saldırgan politikalarını sözde vatanseverlik güzellemeleriyle romantikleştiren egemen anlayıştan arındırıldığından gündelik yaşamın sahici sözü geçiyor sahnede. Uzun yıllar yurt dışında yaşayan yazar Şaban Ol’un “Eleni ve Gül” oyunundan sahnelenen metin, büyük olasılıkla ülkesine uzaktakilerin süzgecinden geçtiği için içtenlikli bir özlem de içeriyor. Gidenlerin kalanlara, kalanların gidenlere hasreti ve hepsinin esaslı bir yüzleşmeye ve en azından samimi bir özre ihtiyacından doğuyor belki de! Tabii içindeyken de özlenebiliyor memleket ve belki de çok daha acıtan bir hasretle…
Oyun meselesine uygun geliştirdiği söylemiyle olduğu kadar oyunculuklarla da seyir zevkini doruklara taşıyor. Elbette Sumru Yavrucuk’un izahı imkânsız akıl, ruh, beden ve entelektüel birikiminden adeta değişken bir değil pek çok enstrümana dönüştürdüğü performansını izlemek oyunu ulaşılması zor bir seviyeye ulaştırıyor. Zekâ, teknik, yaratıcı istenç ve geniş bir perspektifin kendisini tamamen unutturarak canlandırdığı karaktere boyutlar eklemesi adeta yeni bir hakikati yaratıyor. Deniz Çakır’ın güvenilir, zarif ve altta kalmayan ancak ustasını ustalıkla takip ederek izlediği performansı sahneye yakalanması zor bir samimiyet kazandırıyor. İki kadın arasındaki tatlı gerilim gitmek ve beklemek, terk etmek ve kalmak karşıtlığı üzerinden ilerlerken aslında karşıtlığın pek o kadar da birbirine uzak olmadığını gösteriyor.
Metnin kalbine inen müzikleri ise başlı başına büyük bir başarıya imza atıyor. Batuhan Parlak lokal ve global nitelikleri iç içe geçiren ve ancak müzikle ifade edilebilecek duygu ve düşünceleri söyleme eşlikçi kılan yani oyunun sözünü aşmadan, azaltmadan, çoğaltmadan ama iyice derinleştiren bir üslupla büyülüyor. Alev Topal da ışık tasarımı ile metne hizmet etmeyi tercih ederek hassas bir dengede doğru bir okuma ve akışı mümkün kılıyor.
Ezcümle Tatavla'da Son Dans üstünü örterek, geçiştirerek ya da zaten yeterince işlendi düşüncesiyle unutulmaya terk edilen hatta üstün körü değinilerek evcilleştirilen söylemlerin işe yaramadığını hatta acının başka formlarda her yerden hortladığını kısacası geçmiş katliam mantığının geçmediğini büyüleyerek ispatlıyor.