Erkek olmak erk olmaya ve/ya Matmazel olmak güçlü olmaya yetmediğinde bireyler kimlik çıkmazına düşerler. August Strindberg’in erkek için sınıf farkını cinsel kimlik ayrıcalıklarıyla ya da tam tersi kadın için cinsel kimlik farkını burjuva sınıfı üstünlüğüyle telafi etmeye çalıştığı Julie adlı klasik oyun, yönetmen Yusuf Demirkol rejisiyle insanı anlamlandırma yolculuğuna dönüşüyor. Oyun, kadın-erkek çatışmasının en ilkel ve en vahşi yönlerini kabul etmesi zor ‘insan ol/a/ma/ma’ gerçeğiyle yüzleştiriyor. Temelde, cinsiyet ve sınıf bilincinin kimlik inşasındaki etkileri ve çıkmazlarını işliyor. ‘Kimlik mücadelesi sınıf ve cinsiyet üstü değil midir yoksa altı üstü bu kadar hatta paran kadar mıdır’ gibi birbirinden zor sorular üç karakter üzerinden test ediliyor. Ne de olsa insan kendini tercih edemiyor ve belki de Derrida’nın “bir kimliğin inşası inkâr ettiğini dışlamasına dayanır[1]” demesini örneklendiriyor oyunun karakterleri.
Özellikle Julie ve Jean kimliklerinden uzaklaşarak kendilerini gerçekleştirmeye çalışıyor ve bu doğal bir gelişim olmadığından giderek kendilerinin taklidine dönüşüyorlar. Julie çiftlikte çalışanlarıyla (sözde) eşit ilişkiler kurarak daha yalın, gerçek ve basit yaşamsal tatlar edinmeye çalışırken yüksek burjuvanın hor görmeyle hoş görme arasındaki git gellerinde çırpınıyor. Jean ise çiftlik çalışanlarından alt sınıf mensubu olma gerçeğine sofistike şarap zevki, giyimi ve üst sınıf ifade biçimleriyle itiraz etmeye çalışıyor. Erkekliğiyle, Julie’nin ait olduğu sınıfa ‘çıkmak’ için çıldırıyor, çırpınıyor ve olmadığı yerde ize Julie’yi kendi zeminine ‘indirmek’ adına vahşileşiyor. Christine bir hizmetçi olarak sınıf farkını ve patronu üzerinden güçlü bir kimlik kazanmayı savunurken silik karakteriyle kraldan çok kralcı, inançlı ve pasifize milyonları temsil ediyor. Belki de kimliksizliği içselleştiren huzurlu bir yaşamı!
Yönetmen özgün metni kısaltmadan ancak bugünün diliyle ilmek ilmek dokuyarak insanlık hallerinin hezeyanlarından soluk soluğa izlenen bir dram çıkarıyor. Üç karakterin sınıf çatışması üzerinden insanoğlunun norm ve ahlak kurallarına sıkışmışlığından ve kendine yenilişlerinden sarhoş eden bir estetik yaratıyor. Üstelik sahnede dekor ve nesnelerden çok kavramların sarsıcı ve zorlayıcı derinliğinde seyirciyi sürüklerken bir an bile teklemeyen, aksamayan ve asla yavaşlamayan bir tempoya tabi tutuyor.
Olay akışını ve aksiyon trafiğini tiyatronun imkân verdiği ışık, müzik, dekor gibi fonksiyonel öğelerle desteklemek yerine Strindberg’i hep Strindberg ile -yani metnin sorguladığı kavramlarla- ilerletiyor. Düşünün ki ‘işçi/patron, soylu/halk, zengin/fakir, cahil/eğitimli’ gibi düalist kavramlar oyuncuların olağanüstü performanslarıyla adeta somutluk kazanarak havada asılı kalıyor, neredeyse dekora dönüşüyor. Örneğin Julie ‘hizzzmetçiii’ diye imlediğinde (İmlediğinde yerine söylediğinde ya da haykırdığında gibi tanımlar uygun düşmeyecektir çünkü her hece farklı göndermeler içeren notalar gibi çalışmaktadır.) sınıf farkının aşılması imkânsız konforuyla güç kazanan Julie’nin burjuvaziye ait üst insan vurgusu tüm göndermeleriyle göze sokulup vicdana batıyor. Buna karşılık Julie’yle birlikte olduktan sonra erkekliğiyle sınıf farkını kapadığını hatta patronuna sahip olduğunu zanneden Jean erkek kibrinin burjuva kibrinden farklı olmadığını üzerek hatırlatırken şok ediyor. Sınıf ve cinsiyet rolleriyle bunalan bireyin çıkmazı ve bunların aşılıp aşılamayacağı olağanüstü oyunculuklar eşliğinde deliliğe varan bir seyir hazzı sunuyor. Özellikle Nilay Erdönmez, Julie’nin histerik dünyasını unutulmaz bir performansla oyunculuk ziyafetine dönüştürüyor. Ahmet Varlı ve Gizem Erman Soysaldı ise tertemiz oyunculuklarla metne mükemmel hizmet ediyorlar.
[1] Gökalp, Emre (2004) Kimlik, Farklılık ve Kimlik Siyaseti, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, S. 59-78