25 Aralık 2019

Asla unutmayacağım

Neriman Polat’ın Depo’daki 'Mührü Kırmak' sergisi üzerine

Yılı bitirmeden görülmesi gereken bir sergi var Depo’da. Osman Kavala’nın kurucusu olduğu, ürettiği içeriklerle ve konuk ettiği sanatçılarla toplumsal meselelere karşı başlı başına sorumlu ve özgün bir tavır geliştiren Depo, Neriman Polat’ın "Mührü Kırmak" sergisiyle şehre yeni bir bakış daha ekledi.

Neriman Polat, 90’ların başından beri üreten bir sanatçı. Sistemle uzlaşmayı reddeden, politik aktivizmin taşımakta güçlük çektiği ya da dile taşırken zorunlulukla araçsallaştırdığı yapısal meseleleri cesurca sanatın acil meselesi haline getirmiş biri. Bu sergide hem anbean zamanı kaydeden tarihi kaygılar var hem de zihne gölge düşüren belleğin unutmaya karşı ürettiği reddiye. Başka deyişle, serginin mührü ezerek üstümüzden geçen zamana, mührün kırılmasıysa sanatçının yüklendiği sorumluluk iradesine dair.

Bellek unutuşlardan geriye kalan tortu değildir her zaman. Kalıntı da değil. Bellek unutulmaması gerekenleri göğüsleyen, iktidara kafa tutan özerk bir alana dönüşüyor bu sergide. Bellek derken anımsamaktan söz etmiyor Neriman; yangılı insan bedeninden, acıyan topraktan, tüketilmiş nesneden yola çıkarak asla unutulmaması gerekenleri izleyiciye belletiyor. Küratörler, Derya Yücel, Mahmut W. Koyuncu, sanatçının 23 yıllık birikimini yeniden düzenleyerek çarpıcı bir kompozisyon yaratmışlar. Neriman’ın işlerinde sadece durumun değil eserlerdeki malzemelerin de tek tek politize olmuş birer eşya oluşunu, yaptıkları özel seçki ve yerleştirmeyle çok iyi vurgulamışlar.

Neriman’ın hangi işine baksam mücadelenin türlü formlarıyla karşılaştığımı söylemeliyim. Özel alandaki savaş alanlarına umulmadık bir yerden dikkat kesilmiş. Eserlerde hikâye, durum ya da anlar, yapısal tahakkümün kurduğu fail-mağdur ilişkisiyle uzlaşmaya girmeden, yani mağduriyeti ezberlemeden çerçevelenmiş. Acının benimsenmesine izin vermeyen özel bir dil kurulmuş. Neriman Polat, tahakkümün başlangıç mitoslarına gönül indirmeden mücadelenin son perdesini açığa çıkarmakla kalmayıp, özel olanın uğradığı şiddeti zamandan damıtarak açığa vurduğu özerk içeriği dolayımsız kolektif bilince bağlamış. Kentleşme, etnik ayrımcılık, erkek egemen şiddetin gündelikliği, işçiler, göçmenler ve daha birçok dezavantajlı birey dönüştükleri son durumdan itibaren oradalar; dişlerini sıkarak yaşamaya devam ettikleri yerde. 90’ların kırılmasını asla unutmayan sanatçı, hiçbir şeyin geçip gitmediğini aksine katlanarak büyüyen şiddetin evden mezarlığa, mahremden kamusala, pencerelerden ıssızlığa, kutsallıktan tabuya değin her yaşam alanına sızışını, kimi zaman muzipçe, kimi zaman öfkeyle, yer yer agresif yer yer kinayeli bir dille işlemiş. Modern kapitalizmin eviçlerine, nesnelere, insan yüzlerine açtığı yara, sürekli pansuman edilen kavruk insan varlığında ısrar ediyor, türlü pansuman ritleri yaratarak.

Mührü Kırmak sergisinde tarih ne kalıntı, ne de tortu. Aşama aşama hissettirdiği şiddetiyle hepimizin şu anda sırtlandığı devasa bir yük. Doğrusal zaman dizgesinden çıkarak helezonik zaman algısı yaratan bu serginin en belirleyici özelliği bu. Şiddeti yaratan egemenin hafifliğiyle, madunun taşıdığı ağırlığın kıyaslanamaz farkı Depo’nun iki katına bir doku gibi sinmiş sanki. Sergiden çıkarken keskin bir duygu kalıyor geriye, başa gelen öyle kolay kolay çekilmiyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Sessizleştirme Harekâtı-7: Haysiyet ve dava

Bu kez süreci özetlemekle yetinmek zorundayım, çünkü hukukçu Dilek Bektaşoğlu Sanlı'nın, hukuk ve adalet arasındaki tarihsel mesafeden başlayarak Lund Bölge Mahkeme kararını nesnellikle açıklayan yazısına daha çok yer vermek istiyorum

Sessizleştirme Harekâtı - 6: Israrlı takip

Kimse dünyanın sahibi değildir. Başkasının hayatı kimsenin oyuncağı değildir. Sorumluluk almadıkça, kendini hizaya çekmedikçe hiçbir yara kapanmaz…

Sessizleştirme Harekâtı-5: Öfkenin akı, öfkenin karası

Bir kadının haysiyetini kollayan bu yazıların asıl muhatabı, kadının sırf kadın olduğu için yaşadığı deneyime gözünü kapatmayı reddeden okurdur…