GÖZLEMLER - 3
"Bakın şu Konstantiniyye'ye! Yüce, görkemli
Konstantiniyye, evrenin ve insanın gururu!
Böyle bir güzelliği düşlerimde bile görmemiştim!"
Edmondo de Amicis.
Avrupa'nın ve Asya'nın tatlı suları
1835 Stokholm doğumlu olan Guillaume Berggren marangoz olarak yetiştirilmişti ama, yanında çalıştığı ustasının desteğiyle genç yaşında bir pasaport edinince Avrupa'yı gezmek üzere yollara düştü. Ne olduysa Berlin'de oldu ve hayatının akışı değişti. Orada tanıştığı fotoğraf sanatçısı bir kadınla ilişkisi olacak, ondan fotoğraf dersleri alacak, kadın aniden ölüverince profesyonel fotoğraf makinesi Berggren'e kalacak ve bu defa diğer Avrupa şehirlerini resimleyerek gezecekti. Ta ki 1866'da İstanbul'a gelene kadar. Ne ilginç bir şehirdi bu Osmanlı payitahtı! Bu noktada seyyahlığının tarihe karıştığını ve Cadde-i Kebir'de (Şimdiki İstiklal Caddesi) "Lilla Sverige" (Küçük İsveç) adını verdiği bir fotoğraf stüdyosu kurarak İstanbul'a yerleştiğini anlıyoruz. Berggren, İstanbul semtleri, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Şark Ekspresi gibi fotoğraflar çekerek bizlere çok değerli tarihi belgeler kazandıran bir sanatçı.
Thomas Allom eseri Kağıthane gravürü (1836)
Bir ara kısa bir süre İsveç'e giden Berggren, yanında yeğeni olarak tanıttığı Hilda Ullin adlı bir kadınla dönecek ve bu ikili birlikte çalışarak büyük bir İstanbul kartpostalları serisi yaratacaklardı. Bunların arasında doğrudan bu haftaki konumuzla ilgili olanlar var: Yabancıların tanımlamalarıyla "Asya'nın Tatlı Suları" Göksu ve "Avrupa'nın Tatlı Suları" Kâğıthane dereleri mesire yerlerinin fotoğrafları. Berggren'in merceğinden çok başarılı bir Göksu fotoğrafına aşağıda yer veriyorum.
Göksu (Foto Guillaume Berggren)
Tüm araştırmalarıma rağmen bu "Tatlı Sular" ifadesini ilk kez hangi yabancının, ne vesileyle kullandığına ilişkin bilgiye hiçbir zaman ulaşamadığımı itiraf etmeliyim. Anılarda, gezi rehberlerinde hep yer alıyor. Önceki yazılarımda kitaplarını birkaç kez andığım yazarlardan da bazı örnekler vermek gerekirse...
Anna Grosser Rilke, Göksu için şöyle demiş:
"Bu dereciğin Türk aileleri için vazgeçilmez bir cazibesi vardı; ilkbahar, yaz, hatta sonbahar aylarında sabahın erken saatlerinde, kadınlar, çocuklar yanlarında haremağalarıyla, her türlü sofra ve mutfak edevatını alıp, ya deniz yoluyla ya da karadan tepeyi aşarak buraya geliyorlardı. Dere ağzına kilimler seriliyor, güneş batıncaya, çevredeki camilerden müezzinin sesi duyulana kadar, Cuma günlerini büyük bir neşeyle burada geçiriyorlardı. Her aile yanında getirdiği ney ve davullarla kendi müziğini yapıyordu. Görülmeye değer, rengârenk canlı bir tabloydu, her şey büyüleyiciydi; burada orta tabaka Türk halkının yaşamına, eğlence biçimlerine ilişkin bir izlenim kazanıyordunuz."
Amerikan Büyükelçisi Samuel Sullivan Cox da benzer izlenimler edinmiş:
"Göksu vadisi, kalabalıkları ağırladığında, temelde Şarklı. Güneşin gün ortası sıcağını hafifleten muhteşem bir serinlik, Boğaziçi'nden esen serin bir meltem ve hanımları üzerine kilimlerini sermeye çağıran daverkâr bir çayır var. Tozdan ağaç perdesiyle korunan ve kabarık gölgeliklere sığınan erkeklerle ayrılan kadınlar, sigara ve çubuklarının, şerbet ve karpuzlarının tadını çıkarır. Burada paşalar ve beylerin, efendi ve emirlerin eşleri ‘kadın çubuğu' lüksüne dalarlar. Burada esirler (cariye, halayık, kalfa) hanımlarına hizmet ederler."
Diğer kıtadaki "Tatlı Sular" Kâğıthane deresi. Bu bölge aslında Göksu'ya kıyasla daha da cilveli ve kalabalık olmuş her zaman. Büyükelçiliklerin, yabancı şirketlerin genellikle Pera'da, yazlıklarının da Boğaz'ın Avrupa yakası sahillerinde olduğu göz önüne alınırsa bu durum daha anlaşılacak hale geliyor. Unutulmaması gereken bir diğer yanı da Kâğıthane vadisinin İstanbul halkının önemli eğlence bölgesi ve mesirelerinden biri olarak kullanılmasının Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar uzanması ve bu durumun ünlü Lale Devri'nde zirveye çıkmış olmasıdır. Eski "Sa'dâbâd"dır orası, yani "uğurlu" ve "mamur" (bayındır) yer. Hemen hepimizin bildiği tarihe girmeyelim elbette, ama vahşi Patrona Halil isyanıyla yakılıp yıkılmasına rağmen, ileriki yıllarda bazı padişah ve sadrazamların el atmasıyla zaman zaman yenilenen yapılarının popülerlik kazanmış olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Nitekim günümüzde Kâğıthane Belediyesinin merkez binası olarak kullanılan yapı, ünlü "Sadabad Sarayları" serisinin aynı yerde dördüncü kez yeniden inşa edilmiş olan binasıdır. İlki 1722'de inşa edilmiş, fakat ikinci ve üçüncüsü 19. yüzyıl yapıları: II. Mahmud'un yaptırdığı, 1816'da tamamlanan "Kasr-ı Hümayun" ve sonuncusu da Sultan Abdülaziz'in 1862'de Sarkis Balyan'a yaptırdığı "Çağlayan Sarayı". Biraz ötede, dere suyunun birinden diğerine akmak suretiyle süzüldüğü mermer çanakların yarattığı çağlayan çok daha eskiden yapılmıştır ama esas olarak o tarihten sonra bu isimle anılmaya başlanmıştır. İnşa tarihleri itibariyle bu son iki saray incelediğimiz döneme rast geliyor.[1]
Tabii ki sadece Guillaume Berggren değildi Cadde-i Kebir'de fotoğraf stüdyosu bulunan, hatta ondan çok daha önde gelenler vardı, "Abdullah Biraderler", "Sébah & Joaillier", "Basile Kargopoulo", "Albert Gabriel" gibileri. Nitekim II. Mahmud'un "Sened-i İttifak"ı imzaladığı mekân olarak bilinen "Kasr-ı Hümayun"unun en güzel fotoğraflarından biri aşağıdaki "Sébah & Joaillier" eseridir.
Solda Kasr-ı Hümayun, ilerde Kasr-ı-Nesad (Keyif) 1890'lar
Kâğıthane'yi ziyaret eden yabancılarımız da kalemlerine davranıp yazmışlar elbette. Lucy Mary Jane Garnett şöyle anlatmış mesela:
"Yabancıların taktığı isimle ‘Avrupa'nın Tatlı Suları', başkentin batısında, Barbyses (Kâğıthane) deresinin yeşil çayırlar ve ağaçların gölgeleri arasından kıvrıla kıvrıla geçip Altın Boynuz'un sularında kaybolduğu sevimli vadidir. Ara ara rustik ahşap köprüler dereyi aşar; civarda zarif villalar seçilir; çayırın orasına burasına serpiştirilmiş birkaç kahvehane teraslarının gölgesinde oturan müşteriler akan suyun serinliğinde, hiç eksik olmayan hokkabaz, şarlatan, meddah ve gezgin oyuncuların gösterilerini seyreder… Kahvehanelerde tavla, domino, dama gibi oyunların başına oturup hoş zaman geçirenler de eksik değildir. Müslümanlar için şans oyunları yasak olduğundan kağıt oynayanlara pek rastlanmaz."
İngiliz roman, oyun yazarı ve gazeteci Richard Patrick Boyle Davey'in İstanbul'u ziyareti, İngiltere'de uzun zaman içinde toparladığı bilgiler ve Osmanlı uzmanlarıyla söyleşileri ardından kaleme aldığı (ilk yayımı 1892) "Sultan ve Tebaası" adlı 500 küsur sayfalık eser, sanırım konu üzerinde o zamana kadar yazılmış en kapsamlı bilimsel eserdi. Nitekim sonraki yıllarda pek çok başka yazarın kitaplarında sürekli bu kitaba atıflar görüyoruz. Bu yazıda ele aldığım "Avrupa'nın Tatlı Suları" konusunun da bulunduğu "İstanbul ve Civarı Hakkında" başlıklı bölümdeki tasvir diğer kitaplardakilerden daha ayrıntılı ve edebi:
"… Kadınlar cuma günleri, şatafatlı elbiseleri içinde gelerek, çimenlere halılarını serip, gruplar halinde güneşlenirler. Öte yanda yüce çınarların gölgelerinde sıralanmış yaylı arabaların pencerelerinden İmparatorluk Sarayının zarif hanımları bembeyaz yaşmaklarının katları ardından geleni geçeni seyreder. Heyhat! Daha otuz yıl öncesine kadar bu Saadetli Sultanlar arabalarında, nakışlı minderler arasında ortaya çıkar, tepeden tırnağa Oryantal giysileriyle haremağaları bu yasaklı meyve güzellerini korumak ya da korur görünmek uğruna altlarındaki en seçme Arap atlarını ileri geri koştururlardı. Ama şimdi, bir kutunun üstünde oturan beyaz ya da siyahi haremağasının bildiğiniz herhangi bir uşaktan farkı yok; sadece eski tüylü şapkası yerine kafasında bir fes var. Üstelik arkadaşlarınızın sizi şaşırtan sözlerinde anlattığı gibi hanımların feracelerinin altındaki giysileri ünlü modacı Redfern ya da Paris modasına uygun. Yine de Avrupa'nın Tatlı Suları'ndaki kalabalık eğlenceli ve siz orada, genellikle Ermenilerin işlettiği sayısız çardaklardan birinde oturup kahvenizi yudumlarken, Oryantal hayat ve âdetleri gizli gizli seyredebilirsiniz.
Osman Hamdi Beyin 1887 tarihli dönemin kadın kıyafetlerini yansıtan tablosu
"Ama birden, sihirli bir dokunuşla kalabalık dağılıyor, hanımlar evlerine koşuşturuyor. Güneş batmaktadır. Biz de kahvemizden son yudumu alıp kayığımıza bineceğiz ve Hamid küreklere sarılıp bizi evimize ulaştıracak. İşte bu sıralarda Avrupa'nın Tatlı Suları'nın büyüsü beliriyor. İlk geldiğimizde gözlemlediğimiz bir takım çirkinlikler şimdi güzelleşiyor. Çamurlu sular şimdi batan güneşle altına dönüşüyor. Gerilerde kahverengi görünen çirkin tepeler şimdi pembe ve mor. Fabrika bacaları abanoz sütunlar gibisine opal göğe doğru uzanıyor. Çamurlu Tatlı Sular altın hareler halinde Altın Boynuz'un hafif dalgalarına kavuşurken, sularla sürüklenen atıklar zümrüt mızraklar gibi dışarı fışkırmakta. Hızla batan güneşle canlı turuncuya bürünen gökyüzü, sonrasında sonsuzluğa doğru uzanırken, maviden ametiste, derken yakuta harikulade görüntülerle öylesine renk değiştiriyor ki, herhangi bir zamanın en başarılı ressamının dahi tuvaline bunu aktarabilmesi mümkün değil!"
Yabancılar geliyor, gözlemliyor, yazıyor, tutkuyla anlatıyor. Sanırım daha önce önerdiğim Philip Mansel'in kitabına "Konstantiniyye: Dünyanın Arzuladığı Şehir" adını koymasının nedeni de bu.
Değerli okurlarımın "Yetti gayri!" diyecek noktasına gelmemesi için bu diziyi sonlandırıyorum. Yine de Konstantiniyye'den uzaklaşmayacağım ama. İki hafta sonra…
[1] Günümüzde Kağıthane Belediyesinin kullandığı bina 1952'de askeriyenin inşa ettirdiği İstihkâm Okuludur.