11 Temmuz 2021

Sanatçılar el ele →→→ Dosteller Apartmanı

Konservatuvar ilk mezunlarını 1941’de verecek ve bu genç sanatçılar, kurulan “Tatbikat Sahnesi” ile sürekli konserler vermeye, opera ve tiyatro eserleri sergilemeye başlayacaktır.

Ankara’yı tanıyanlar Atatürk Bulvarı’nın Kızılay-Bakanlıklar yönünden gelip Kavaklıdere’de ulaştığı kavşağı bilirler. Bir beş yol ağzıdır orası. Şimdiki adı "Kuğulu Kavşağı". Gerçekten de tam solda Kuğulu Park ve oradan Tunalı Hilmi’ye ulaşan cadde vardır. Tam tersi yönde, Şili Meydanı’na ulaşan Kavaklıdere Caddesi yer alır. Tam karşıda ise bir çatala rastlarsınız; soldan giden Atatürk Bulvarı’nın devamı, sağdaki ise Cinnah Caddesi girişidir. Bu caddenin eski adının Dr. Vali Reşit Caddesi olduğunu da kaydedip devam edelim...

Şimdilerde trafik tek yönlüdür, yukarıdan, Çankaya’dan aşağı, bu kavşağa doğru akar Cinnah Caddesi’nde. Biz yayayız ama, girelim caddeye ve sağ kaldırımdan ilerleyelim. Biraz yürüdükten sonra Amerikan Kültür Derneği İngilizce kurslarının da bulunduğu büyük binanın önünden geçeceğiz. Bu arada belirteyim, bu binanın tam arka tarafında, eskiden Kültür Derneğine ait olan ama şimdilerde ünlü sanatçımız Erdal Beşikçioğlu’nun kurduğu çok başarılı tiyatro topluluğu Tatbikat Sahnesi bulunuyor.

İlerledik ve geldik hedefimiz binaya, Cinnah Caddesi No: 22’deki Dosteller Apartmanı’na. Fotoğrafta görüldüğü gibi dört katlı bu apartmanın zemin katında, binanın orijinal halinde bulunmayan, sonradan yapılmış çiçekçi, kırtasiyeci gibi dükkânlar gözümüzü tırmalıyor, zaten dıştan güzel olmayan bu binayı daha da çirkinleştiriyor. (Kaçak olarak tadil edilen ve dükkâna dönüştürülen giriş katındaki bir numaralı dairedeki işlem, 1984’te çıkarılan af yasasından yararlanıp yasal hale getirilmiş.)

Boşveriyoruz mecburen ve camlı ana kapıdan içeri giriyoruz. Önce genişçe bir antredeyiz; ardından karşımıza çıkan bu defa karolajlı camlı kapıları iterek adımımızı attığımızda, mimari açıdan başka bir dünyada buluyoruz kendimizi.

Ankara’da nadir bulunan bir mimari bu. İç avlulu (atriyum), dörder dairenin bulunduğu her katta iç avluyu zarif bir demir parmaklıklı sahanlıkla dolanan bir yapı. Her katta dairelerin giriş kapıları ve hemen yanlarında mutfak pencereleri yer alıyor. Tepesini örten saydam malzeme sayesinde gün ışığı alalabilen iç avlusuyla bu yapı, içinde yaşayanlar arasında farklı bir komşuluk ilişkisi tarifliyor. Belli ki geniş iç avluyla komşuluk ilişkilerini güçlendirecek bir mekân yaratılmış ve "içe dönük" bir yaşantı öngörülmüş.

Peki, daireler her kata nasıl yerleşmiş, bir de ona bakalım:

Bu plandan da anlaşıldığı üzere 100m2 alana sahip her daire, 3 oda ve 1 salon olarak tasarlanmıştır. Dairelerdeki odalardan iki tanesi projede yatak odası olarak konumlandırılırken, diğer oda ile salon arasında ilişki kurulmuştur; yani bunlar o zamanki tabirle salon-salamanje olarak düşünülmüştür.

Avlunun batısında yer alan konutlarda bulunan salonların da Cinnah Caddesi ile ilişkilenmelerini sağlamak için, bu birimler dışarıya taşırılarak caddeyi karşılayan yönde cephelere birer balkon eklenmiştir.

Ne yazık ki bu ilginç tasarımın mimarı kim, bilinmiyor; Belediyedeki dosyada bazı evraklar eksik. Bilinen, 1963 yılında binada bir takım tadilat yapıldığı ve bunu yapan mimarın Mehmet Savaş olduğu.
İç avluya girip kafanızı kaldırdığınızda ise gördüğünüz şöyle bir şeydir: (Bunun sağladığı özel bir durum var; aşağıda bahsedeceğim.)

Apartmanın adına bakalım bir kez daha: Dosteller.

Kimdir dost? Herhangi bir arkadaş mıdır? Tanıştığınız herkese arkadaş diyebilirsiniz. Hatta hiç tanımadığınız bir kimseye hitap ederken, "Arkadaş, gelsene biraz," da diyebilirsiniz. Arkadaşlar çoğu zaman gelip geçicidir; değişebilir, unutulabilir, vazgeçilebilir, yenileri edinilebilir. Arkadaşlıklar çıkar ilişkili de olabilir, her zaman kazık yeme ihtimali de vardır, bu nedenle araya hissedilen ya da hissedilmeyen bir mesafe koymak yararlıdır. Arkadaşlarla sohbet de edilir, birlikte yemek de yenilir, iş de yapılır, hatta birlikte seyahata bile çıkılabilir. (Gene de dikkat derim: İnsanın gerçek yüzü hastanede ve seyahatte ortaya çıkarmış!)

Ama dost? Bambaşka bir şeydir dost. Arkadaş herkes olabilir, dost ise çok yakınınızda, gönlünüze yerleşmiş bir kaç kadın ya da erkektir. Arkadaş bakar, dost görür. Gecenin derin saatlerinde bile olsa zor bir durumla karşılaşıp, "İmdat!" dediğinizde yanınızda biten, derdinizi paylaşan, dinleyen kişidir dost. İçinizi dökersiniz ona; sorgulamaz! Ama, "Hadi lan sen de!" derse alınmazsınız, kızmazsınız: bilirsiniz ki derdi sizin iyiliğinizdir. Arkadaş yolgeçen hanı gibidir, dost hiçbir zaman yıkılmayacak, yok olmayacak eski ve sıcacık bir handır; her kötü havada oraya sığınılır. Arkadaş söylediklerinizi dinleyebilir, ama dost ne demek istediğinizi anlayan kişidir.

İşte efendim, yıllardan 1954 yılında, içtikleri su ayrı gitmeyen, ele geçen ekmeği bölüp aralarında paylaşan, birlikte gülüp eğlenen, birlikte üzülen ve ağlayan bir gurup dost insan el ele vermiş. Hepsi hassas kulaklara, bazıları farklı gırtlaklara, ne hikmetse hepsi başkalarında az görülen güçlü hafızalara sahip insanlar bunlar; gösteri sanatçıları. Aralarında zaman zaman kıskançlıklar olsa da, "Bak şuna, benim hak ettiğim rolü elimden aldı," diye kızılsa da aynı dünyanın insanları; her gece sahne tozlarını ciğerlerine çeken, hayatlarında en büyük tatmin son perde indiğinde salondan gelecek alkış sesleri olan; bunun için canını dişine takan, bıkıp tükenmeden aynı sahneyi, aynı müzik parçasını sayısız defa tekrar edebilen, gecesini gündüzüne katan sanatçılar.

Onların en keyifli zamanları, tiyatronun, operanın, balenin ilk gecesinde, perde kapandıktan sonra tüm kadronun, yönetmeninden oyuncularına, dekor-kostüm tasarımcılarından teknik elemanlarına, sahne amirinden orkestra üyelerine kadar herkesin bir arada, sabahın ilk ışıklarına kadar kafaları çekip yemek yedikleri (sahneye aç karnına çıkılmıştır), sohbetin tavan yaptığı saatlerdir.

Peki kimmiş bu "dost" sanatçılar? El ele vermiş bu kişiler, Ankara Devlet Konservatuvarı'nın ilk (1941) ve hemen sonraki bir iki yılın mezunları; kimi tiyatro, kimi opera, kimi orkestra sanatçısı. Onlar, "medeniyet" diye adlandırılan ortamın "Batılı" değerlerden kaynaklandığı inancıyla, aydınlığa ulaşma çabasındaki bir ülkenin üzerinde yükseleceği sacayaklarından birinin sanat ve sanatçı olduğunu kavramış bir liderin gösterdiği yola girmiş kişiler. O liderin, Kemal Atatürk’ün, okuyucularımdan pek çoğunun esasen bildiği ifadesiyle:
"Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa, tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur... Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur." (Bu satırları okuyunca aklınıza ilk ne geldi acaba!)

Bu düşünceler kapsamındadır Atatürk’ün talimatlarıyla, daha Cumhuriyet kurulalı bir yıl geçmeden, 1924 yılında, orta dereceli okullara müzik öğretmeni yetiştirmek üzere "Mûsikî Mu'allim Mektebi"nin kurulması; ertesi yıldan itibaren, günün birinde "Türk Beşleri" olarak ünlenecek Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun, Hasan Ferit Alnar, Cemal Reşit Rey ve Necil Kâzım Akses ile daha birkaç öğrencinin ileri düzeyde müzik öğrenimi ve dönüşlerinde bu Mektepte öğretmen olarak görev yapabilmeleri için Avrupa'ya gönderilmeleri; 1929 yılında Ankara’nın Cebeci semtinde, içinde dersliklerin yanı sıra bir konser salonu ve fuayesi, yemekhanesi, yurt ve çalışma odaları da bulunan, projesi İsviçreli mimar Ernest Arnold Egli tarafından tasarlanan yerleşkenin tamamlanması ve "Mûsikî Mu'allim Mektebi"ne tahsis edilmesi...↓

Egli tasarımı "Mûsikî Mu'allim Mektebi" →→ "Ankara Devlet Konservatuvarı"

1934 yılında TBMM’de kabul edilen kanunla, bu Mektebe ilaveten Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası ve Temsil Bölümü’nün de bulunduğu bir akademi kurulması öngörülmüş; bunu en doğru şekilde gerçekleştirmek amacıyla Alman müzisyen, besteci, orkestra şefi Paul Hindemith’in Atatürk’ün davetiyle Ankara’ya gelmesi sağlanmıştır.

Hindemith sonraki yıllarda defalarca gelip gidecektir Ankara’ya; fakat daha baştan hazırladığı öneriler ve işaret ettiği kişilerle, polifonik müziğin Türkiye'de yerleşmesi amacıyla müzik eğitimini şekillendirmek üzere Alman besteci, müzik eğitmeni Prof. Eduard Zuckmayer, tiyatro eğitimi içinse yine Alman Carl Ebert getirtilecek ve Hindemith’in kendisinin de katkılarıyla klasik müzik eğitimi, Türk Opera ve Balesi, Devlet Konservatuarı ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın kuruluşuyla tamamlanacak yola böylece çıkılacaktır...

II. Dünya Savaşı dünyada büyük yıkıma, milyonlar, milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur. O yıllar Türkiye büyük diplomatik cambazlıklarla (dâhiyane bulduğumu belirtmeliyim) savaşın dışında kalmasına rağmen ülke büyük sıkıntılar, yokluklar yaşamıştır. Fakat gel gör ki, yine son derece akıllıca bir tutumla Almanların soykırım siyasetinden kaçan Avrupalı Yahudi bilim ve kültür adamları, sanatkârlar, mimarlar, mühendislere kucak açarak ve sığınma hakkı vererek ülkenin bu alanlarda büyük sıçramalar yapması imkânını bulmuştur. Ama yukarıda kaydettiğim gibi başlangıç, sanat emekçilerine "Alnında ışığı ilk hisseden" yakıştırmasını yapan Mustafa Kemal sayesindedir.

1924'te Ankara’da kurulan "Mûsikî Mu'allim Mektebi" bünyesinde 1934’te kurulan "Milli Musiki ve Temsil Akademisi" 1936'da Ankara Devlet Konservatuvarı'na dönüşecek, 1930'larda Halkevleri, 1940'larda ise Köy Enstitüleri her türde sanatı Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar ulaştıracaktır. Nasıl bir üst akıldır 1930 yılından itibaren devletin büyük sanayileşme hamlesi paralelinde kurulan her fabrikanın içinde bir de tiyatro salonu inşa eden ve haftanın belli günlerinde işçilere ve fabrikanın bulunduğu kentin halkına oyunlar sahneleyen? Nasıl bir üst akıldır 1927 ve 1930 yıllarında gösteri, konser, tiyatro, sinemada tüketim vergisini kaldıran?

İyi de hangi noksan akıldır günümüzde bunların (ve müze girişlerinin) bilet ücretleri üzerinden %8 Katma Değer Vergisi almakta direnen!

Neyse, döneyim konuma...

Yukarıda da belirttiğim üzere 1936'da kurulan Ankara Devlet Konservatuarı içinde aynı zamanda bir çalgı yapım atölyesi kurulması da Almanya’dan Heinz Schafrat adında bir uzman getirtilerek sağlanmıştır. Bu kişi Ankara’da kaldığı üç yıl içinde, yanına asistan olarak aldığı üç Türk gencini yetiştirecek ve bunlar ilerideki yıllarda bu alanda verecekleri eğitimlerle yeni yeni çalgı yapım ve onarımcılarını yetiştirecektir.

Konservatuvar ilk mezunlarını 1941’de verecek ve bu genç sanatçılar, kurulan "Tatbikat Sahnesi" ile sürekli konserler vermeye, opera ve tiyatro eserleri sergilemeye başlayacaktır. Bu ilk yıllardaki mezunlar arasında opera sanatçısı rahmetli kayınpederim, Türk operasının ünlü bas-baritonu Hilmi Girginkoç ve kız kardeşi koloratur-soprano Mukadder Girginkoç (Gürten) da vardır. Tatbikat Sahnesi tıpkı Halk Evleri ve Köy Enstitüleri gibi Cumhuriyet’in özgün buluşlarından biridir. Hem bir eğitim kurumu oluşturulmuş hem de öğrencilerin profesyonel birer sanatçı gibi icraya dönük çalıştıkları bir ortam yaratılmıştır. Eğitim kurumları aynı zamanda icracı kurumlar olarak sanatlarını topluma tanıtmak, yaymak işlevini de üstlenmişlerdir.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün talimatıyla, 1947 başlarında, 2. Evkaf Apartmanı’nın altında depo olarak kullanılan alan "Tatbikat Sahnesi"ne dönüştürülür. Tatbikat Sahnesi bu binadaki yeni salonunda 27 Aralık 1947 gecesi Ahmet Kutsi Tecer’in "Köşebaşı" adlı oyunuyla ilk kez perdesini açarken, Genel Müdür Muhsin Ertuğrul, dağıtılan oyun kitapçığında tiyatro salonu özlemini şu satırlarla dile getirmiş:

"Teberi ve keşkülünü sırtına vurup diyar diyar pirini ve tapınağını arayan, yakan rüzgârdan çilesini soran yalınayak dervişin sabrı ve çektiği, bizim bekleyişimizin ve çektiğimizin yanında hiç kalır. Onun için çoğumuz aradığımız tapınağa varamadan yolda göçeriz. Ruhları şimdi sizin ülkenizde olan birçok arkadaşımız işte bu serap yolunda tapınağa ulaşmadan düşen talihsizlerdir."

******

İşte efendim, 1954 yılında Cinnah Caddesi 22 numarada, kurulan Devlet Tiyatrosu Sanatkârları Kooperatifi tarafından yapımına girişilen apartmanda bu iki kardeşin de birer dairesi vardı. Toplam 16 daireye sahip binadaki daire sahiplerinden 14’ünü tespit edebildim. Bunlardan biri -Sevda Aydan- iki daire sahibidir; bu nedenle 15’e ulaştım ama son daire sahibi kimdi, acaba iki daireye sahip bir kişi daha mı vardı, bilemiyorum...

Özellikle gençlerimizin hiç tanımadığı, dünya çapında saygınlığa ulaşan Türk konservatuvarlarının, tiyatrolarının, operalarının ve senfoni/filarmoni orkestralarının üzerlerinde yükseldiği temel taşlarını oluşturan bu çok yetenekli sanatçıları saygıyla anmak arzusundayım. Maalesef Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğünün 2010 yılında yayımladığı 1.360 sayfalık "Bibliyografya: Devlet Opera ve Balesi’nde Sahnelenen Opera ve Baleler Cilt-1 (1948-1987)" başlıklı dev eseri elde edemedim. [Elden çıkarmak isteyen varsa almaya adayım! 2. Cilt zaten yayımlanmamış.] Bu nedenle elimdeki bilgilerle yetinmek, bazılarından çok özetle bahsetmek üzere soyadlarından alfabetik sıraya koyarsam:

Nuri Altınok: (1921-1993)

Tiyatro, sinema ve TV dizi sanatçısı.
Konservatuvardan 1944’te mezun olmuş, sınavını kazanıp girdiği Devlet Tiyatrolarında ilk rolü William Shakespeare’in "Jül Sezar" oyununda Antonius olmuştur.

Sonraki yıllarda Shakespeare’in "Yanlışlıklar Komedisi", "Size Öyle Geliyorsa Öyledir", "Onikinci Gece", "Hamlet", "Othello" eserleri de dahil pek çok oyunda başrolleri üstlenirken, benim açımdan anısı, daha önce sahnede de oynadığı J.B. Priestley’in "Bir Komiser Geldi" oyunundaki Komiser rolünü, benim radyoya uygulamamla, TRT Radyo Tiyatrosu yayınındaki performansıdır.

Sinemada başrolleri Cahide Sonku’yla, Hülya Koçyiğit’le, Türkan Şoray’la da paylaşmıştır bu yakışıklı, ünlü sanatçımız.

Meliha Ars:
Tiyatro – Sinema sanatçısı.
Dosteller Apartmanında hayat arkadaşı Doğan Beyle mutlu bir hayat sürdüren Meliha Ars, meslek hayatı boyunca pek çok rolde sahneye çıktı. Terence Rattigan’ın "Ayrı Masalar", Federico García Lorca’nın "Bernarda Alba'nın Evi", Necati Cumalı’nın "Gömü" oyunları, Alan Jay Lerner’in "My Fair Lady" müzikali de dahil pek çok kez sahnelerimizde yer alan bir sanatçıdır.

1971/1972 GÖMÜ (soldan sağa) Muammer Çapa - Ayşegül Atik - Meliha Ars

Bunların hiçbirinde başrolde değildir ama özellikle Nahit Sırrı Örik’in "Alın Yazısı" oyununda Mualla rolündeki Macide Birmeç’in (sonradan Tanır) karşısında tamamen zıt bir karakter olan ablası Hâdiye gibi çok çetin bir roldeki başarısıyla meslek hayatının zirvesine çıktığı söylenebilir. Genelkurmay Başkanlığının büyük desteğiyle 1967 yılında çekilen "501 Numaralı Hücre" filminde de rol alan Ars’la ilgili kayıtlarda en son 1977 tarihli TV çocuk dizisi "Annemi Hatırlıyorum" görünüyor.

Abdullah Arsever:
Konservatuar ve operada enstrüman yapım ve onarım uzmanı

Yukarıda sözünü ettiğim, Alman Heinz Schafrat’ın yanında yetiştirdiği asistanlardan biridir. Arsever, Halkevlerinde kullanılan çalgıların bakımı ve korunması amacıyla "Çalgı Bakımı ve Onarımı" isimli bir kitap da kaleme almış, bu kitap CHP Yayınları arasında, 1946 yılında yayımlanmıştır. Aynı zamanda iyi bir viyolonisttir Abdullah Bey.

Ayhan Aydan: (1924-2009)
Soprano – opera sanatçısı

Başbakan Adnan Menderes’in evlilik dışı büyük aşkı olarak da tarihe geçen, operamızın müthiş seslerinden biridir. 1944 yılında Konservatuvardan mezuniyeti ardından sanatçıları arasına katıldığı Opera’da küçük rollere çıkarken, sesinin özelliğini Carl Ebert’in keşfetmesi ve Amadeus Mozart’ın bestelediği "Figaro'nun Düğünü" operasında Susanna rolünü vermesiyle bir sezonda parlayan sanatçı, genç yaşında yukarıda andığım "Türk Beşleri"nden besteci ve orkestra şefi Hasan Ferit Alnar'la evlenmiş, bir de çocuğu olmuştu.

Smetana’nın "Satılmış Nişanlı" operasındaki Marjenka ve Puccini’nin "La Boheme" operasındaki Mimi rolleriyle ününe ün katan sanatçı, 1948’de Ankara’da Alman mimar Bonatz tarafından, sergi evinden tiyatro ve opera binasına dönüştürülen Büyük Tiyatro’nun açılışında sahneye konan Ahmet Adnan Saygun’un "Kerem" operasının 1. sahnesinde solist olarak sahneye çıkarılarak taçlandırılmıştı. Ertesi yıl ise Atina’da sahnelenen Puccini’nin "Madame Butterfly" operasında gene başroldeydi. Böyledi de kader ağlarını farklı örmüştü...

Bir vesile ile tanışmaları ardından Adnan Menderes’le gelişen tutkulu aşkları; Alnar’dan boşanması; Menderes’in ikinci evinde annesiyle birlikte bekleyen sevgilisi haline gelmesi; ondan doğuracağı çocuğun ölümü; 27 Mayıs 1960 darbesi ertesi Türk siyasi tarihinin yüzkarası Yassıada Mahkemelerinde, Menderes’in kasasında bulunan donunun teşhir edilmesi; buna rağmen müthiş bir cesaretle küstah yargıca kafa tutup, "Ben onu çok sevdim Hakim Bey," diye seslenişi; o Mahkemelerden beraat eden tek kişi olması; sonrasında operada gözden düşüşü; ama ileriki yıllarda "Öp Beni Kate" müzikaliyle tekrar ünlenmesi...
Böyleydi Dosteller Apartmanı’nda satın aldığı iki daireyi birleştirerek yaşamış olan Ayhan Aydan’ın hayat çizgisi!

Vasfiye Baransel:
Mezzo-Soprano, opera sanatçısı

Ne yazık ki bu sanatçımız hakkında o kadar az bilgi var ki!
1950’de Bizet’nin "Carmen" operasında Mercedes rolünü Mesude Çağlayan’la dönüşümlü olarak oynadığı, Aydın Gün’ün Don José rolünde olduğu; 1952’de ise Aydın Gün’ün bu defa genç bir yönetmen olarak sahneye koyduğu İtalyan kökenli ABD’li Gian Carlo Menotti’nin "Konsolos" operasında Vasfiye’nin Anna Gomez rolünde olduğu kayıtlı.

Türkân (Baydur) Başoğuz (Karul): (1924 – 1970)
Mezzo-Soprano, opera sanatçısı

Elimde az bilgi bulunan diğer sanatçı, Ayhan Aydan’ın en yakın arkadaşı, sırdaşı Türkân. Sesine pek uygun düşmese de Bizet’nin Carmen rolünü çok kez üstlenmiş, Puccini'nin "Madame Butterfly" operası 1947’de sahnelendiğinde ise, mezzo-soprano sesi gerektiren Cio Cio San’ın annesi ya da teyzesi rollerini başarıyla oynamıştır.

Mesude Çağlayan: (1918-2011)
Soprano, opera sanatçısı

Türk operasının öncülerinden biri olan soprano Mesude Çağlayan, 1940 yılında, Ankara Halkevi sahnesinde konservatuvar öğrencilerince gerçekleştirilen ilk opera temsilinde, Puccini'nin "Madame Butterfly" operasının ikinci perdesinde Cio Cio San rolünü üstlenmişti. Bu rolü üzerine Çağlayan'a Japon hükümetince teşekkürle Butterfly Bebeği armağan edilmişti. Çağlayan'ın o temsillerde giydiği kimonosu ve hediye edilen bebek, 2008'den itibaren Ankara Opera Binası'nın üst fuayesinde sergilenmekte.
1942 yılında ilk kez Türkiye’de tamamı oynanan "Madama Butterfly" operasında bu defa başrol olarak Cio Cio San rolüyle sahnedeydi. 1943,’te Smetana’nın "Satılmış Nişanlı", 1944’te Mozart’ın "Figaronun Düğünü", 1950’de Verdi’nin "Rigoletta", 1952’de Menotti'nin "Konsolos" ve 1957’de Bizet'nin "Carmen" operalarında hep başroldeydi Çağlayan.

2009’da, Devlet Opera ve Balesi’nin 60. Yılı vesilesiyle o zamanki Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Mesude Çağlayan’ı yaşadığı huzur evinde ziyaretle, bu "öncü" sanatçıya altın madalya takdim edecektir.

Muammer Esi: (1919-2007)
Bas, opera ve tiyatro sanatçısı

1957 - Edmund Morris'in "Tahta Çanaklar" oyununda soldan sağa: Muammer Esi - Muazzez Kurtoğlu - Gülgün Kutlu - Yıldırım Önal

Meslek hayatının ilk 10 yılında bariton sesiyle "Fidelio", "Carmen", "Rigoletto", "Sevil Berberi", "Figaro’nun Düğünü", "Maskeli Balo" operalarında başarılı performansları ardından kendisine tiyatroyu daha yakın gören ve 1955’ten itibaren sayısız oyunda rol alan sanatçımız Muammer’in eşi Neriman Esi de Devlet Operamızın önceleri korist, sonradan solistlerindendi. Bir diğer ünlü sopranomuz Sevda Aydan’la dönüşümlü olarak Verdi’nin "Macbeth" operasında Lady Macbeth rolü de dahil pek çok operada başrol oynamıştı.

İlginçtir, keman imal etmek Muammer Esi’nin hobilerinden biriymiş. Kendisine tiyatroda en sevdiği rol hangisiydi diye sorulduğunda Graham Greene’in "Oturma Odası" oyunundaki rolü olduğunu söylemiş.

Mukadder Girginkoç: (1925-1960)
Koloratur-Soprano, opera sanatçısı

Mukadder Girginkoç da 1943 yılında mezuniyetinin ardından katıldığı opera kadrosunda ilk olarak Ruggero Leoncavallo'nun "Palyaço" operasında Nadda rolünü oynayacaktır.

Öyle müthiş bir sesi vardır ki Mukadder’in, Leyla Gencer anılarında, "Mukadder bizler arasında en iyi sese sahip sopranoydu. Ama ne yazık ki daha mesleğinin başlangıcından çok zor operaları söylemeye girişti; başarılı da oldu. Ama daha basitten başlayıp yavaş yavaş zorlara gitmesi gerekirken bu çabaları ses tellerinde tahribata yol açtı" diyecektir.

Mukadder’in 1944’te evlendiği bariton Vedat Gürten’den "Ogün" adını verdikleri bir kızları olmuş; ancak bu evlilik 1952’te sona ermişti.

O harika sesiyle Mozart’ın "Figaro’nun Düğünü", Mascagni’ni "Cavalleria Rusticana", Donizetti’nin "Lucia" operalarında ve daha başkalarında hep vardı Mukadder; taa ki...
1960 yılında, havanın çok güzel olduğu bir hafta sonu, iki otomobile doluşmuş eş dost piknik yapmaya Kızılcıhamam’a gitmişlerdi. Dönüşte, içinde bulunduğu arabayı kullanan kişinin "Ölüm Tuzağı" diye anılan Karga Sekmez virajlarından birini alamayıp uçuruma yuvarlanmasıyla Mukadder, çok genç ve verimli yaşında hayat veda edecekti.

Cüneyt Gökçer: (1920-2009)
Tiyatro ve sinema sanatçısı, yönetmen

Ülkemizde tiyatro idaresi denince ilk akla gelen Muhsin Ertuğrul ise, hemen sonraki Cüneyt Gökçer’dir. 23 yıl süreyle Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ve sonrasında Ankara Devlet Konservatuvarı Müdürlüğü, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü Başkanlığı gibi görevlerde bulunan Gökçer, pek çok tiyatro eserinin ve yaklaşık 20 operanın rejisini yapmış, 20 filmde başrol oynamıştır.

Shakespeare’den Molière’e, Sofokles’ten Pirendello’ya, Anouilh’den Miller’a, Çehov’dan Priesley’e aklınıza hangi tiyatro yazarı gelirse Devlet Tiyatrolarında sahnelenen oyunlarında Gökçer vardır. Müzikali ilk defa ülkemize o getirmiştir. Onun teşvikiyle yerli yazarlar sıraya dizilmiş, birbiri ardına eserler kaleme almış, hepsi Devlet Tiyatrolarınde sahne ışıklarına kavuşmuştur.

Gerek ilk eşi Mediha Gökçer ve ondan olan kızı Deniz Gökçer gerek ikinci eşi Ayten Gökçer, Türk sahnelerinin çok ünlü sanatçılarıdır aynı zamanda.

Büyük ün, büyük ego demektir; Gökçer bunun mükemmel örneğidir. Yerine geçtiği büyük üstat Muhsin Ertuğrul’u unutturmak, "Herkesten üstün" olduğunu ispat etmek yolunda öylesine çaba gösterecektir ki, Küçük Tiyatro’nun bulunduğu 2. Evkaf Apartmanının zemin katında Ertuğrul’un yarattığı 65 koltuklu Oda Tiyatrosu’nu, "Muhsin Ertuğrul'un tiyatro tutkusunun uç noktası," diyerek kapattıracak, koltuklarını söktürerek mekânı büro haline getirecektir! (Neyse ki mekân sonradan tekrar tiyatroya dönüştürülmüştür.)

Daha da ötesi var. Hiçbir medeni ülkede bir sanatçının/devlet adamının/ bilim adamının, her neyse, sağlığında heykeli dikilmez; bizde dikilir!

Gökçer de onlardan biridir; Ankara’da Büyük Tiyatro bahçesine Muhsin Ertuğrul ve Leyla Gençer heykellerinin yanına kendi heykelini de diktirmeyi ihmal etmemiştir. Gerçi Leyla Gençer’inki de sağlığında dikilmiştir ama o harika sanatçımız da esasen egosuyla ünlüdür...


Süleyman Güler: (1917-1970)
Tenor, opera sanatçısı

"Mûsikî Mu'allim Mektebi"ni 1936’da ve Ankara Devlet Konservatuvarı Opera bölümünü 1942’de bitirdikten sonra girdiği Devlet Tiyatrosu Opera Bölümünün Tatbikat Sahnesinde sahnelenen ilk opera temsili olan, Mozart’ın tek perdelik singspiel tarzındaki eseri "Bastien ile Bastienne"de üstlendiği Bastien rolüyle sivrilen bir sanatçıydı.

Leyla Gencer & Süleyman Güler / Puccini’nin "Tosca" operasında (1952)

"Madame Butterfly", "Fidelio", "La Bohème", "Faust", "Don Juan", "Salome", "Othello" ve "Tosca"daki başrolleriyle başarısını sürdürmüş, 1950’de Ankara Devlet Operası tarafından üst düzeyde eğitim için İtalya’ya gönderilmiştir.

Ragıp Haykır: (1917-1989)
Tiyatro sanatçısı, yönetmen

Devlet Konservatuvarı adaylarından hiçbiri sınavlara girebilmek uğruna yoksullukla mücadelesinde İzmir’den Ragıp Haykır gibi çözüm bulamamıştır.
1937 yılında sınava kabul edildiğini öğrenince Ankara’ya gitmek için para bulmaya çalışan İzmirli genç, bu konuda başarısız olunca başka bir çözüm bulur. İleri tarihklerde kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle anlatır:
"Bir arkadaşımdan giyinmek üzere elbiselerini aldım ve ben kendi elbiselerimi satmaya karar verdim. Sattım ve o parayla Ankara’ya gittim."

Ragıp Haykır o ilk denemede başarılı olamaz ne yazık ki, fakat arzusuna birkaç sene gecikmeyle de olsa kavuşacaktır. 1939’da Devlet Konservatuvarına girecek ve 1944’te Tiyatro bölümünden mezun olacaktır.

Günümüzde İzmir Karşıyaka’da bulunan Devlet Tiyatrosu sahnesine adını veren "Usta" Ragıp Haykır, sahnelerimizde hepsini benim de bizzat seyrettiğim Noel Coward’ın "Ruhlar Gelirse", Molière’in "Kibarlık Budalası", Refik Erduran’ın "Cengiz Han’ın Bisikleti", Haldun Taner’in "Lütfen Dokunmayın", Oktay Rıfat’ın "Çil Horoz" oyunlarının başrolündeydi ya da yönetmeniydi.

Ve son olarak daha özelime gelirsek (ve elbette kendisine biraz da torpil geçerek)...

Hilmi Girginkoç: (1918-1999)
Bas- bariton, opera sanatçısı, yönetmen

Ünlü müzik eleştirmeni ve müzisyen Faruk Güvenç’in, "Önümü iliklemeden durmam karşısında," diyerek sanatını yorumladığı Hilmi Girginkoç, yukarıda da belirttiğim gibi, kayınpederimdi. Daha 7-8 yaşlarındayken (Demek ki o zamanlar 12 yaştan küçük çocuklar girebiliyormuş salonlara!) annem ve babamın, Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen her tiyatro oyunu ve operasına beni de götürmeleri sayesinde Hilmi Girginkoç’u sahnede çok seyretmiş, o muazzam sesini dinlemiştim.

Ne bileyim günün birinde kızı Sühendan’a aşık olacağımı ve karşılık bulacağımı! Halbuki o, baba olarak kızına, "Sevgili Sü’cüm, bana olan sevginden başkalarına sakın verme," diye yazmamış mıydı!

Kardeşi Mukadder’le birlikte sınavını kazanıp girdikleri Ankara Devlet Konservatuvarının ilk mezunlarındandır Hilmi. Sahneye çıktığı opera eserleri ve şan konserlerinin haddi hesabı yok neredeyse.

2 Nisan 1941’de "Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi Tiyatro ve Opera Stüdyosu" yıllık temsilini, Giacomo Puccini’nin "Tosca" operasından İkinci Perde ile Carlo Goldoni’nin "Otelci Kadın" oyununu oynayarak verdiğinde, "Tosca"daki Baron Scarpia rolüyle sahnedeki bas-bariton Hilmi Girginkoç’tur.

Beethoven’in "Fidelio"sunda zindancı Rocco’dur; Adnan Saygun’un "Yunus Emre" oratoryosunun vazgeçilmez bas’ıdır; Donizetti’nin "Lucia"sında Raimondo’dur. Bizet’nin "Carmen"inde Escamillo, Rossini’nin "Sevil Berberi"nde Don Basilio, Verdi’nin "La Traviata"sında Dr. Grenvil, Mozart’ın "Saraydan Kız Kaçırma" operasında ise Padişah Osman’dır Hilmi Girginkoç. Daha niceleri...

Başarıları nedeniyle 1948 yılında İtalya’ya gönderilen Girginkoç, Siena kentindeki ünlü Chigiana Müzik Akademisi’ne kabul edilecek, dört yıl lisans üstü müzik eğitimi görecek ve 1952’de yurda dönecektir. 1952’de ilk eşi (Sühendan ve kardeşi Neslihan’ın annesi) Güngör Özöner’le evlenecek, 1958’te boşanacak; sonrasında karakteristik sesi ve başarılı performanslarıyla tanınan Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçılarından Nurşen’le evlenecek, ondan da oğlu Can dünyaya gelecektir.

Hilmi Girginkoç’un meslek hayatı boyunca en fazla oynadığı rol, çok sevdiği Puccini’nin "La Bohème" operasındaki Colline’dir. (Girginkoç’un "La Bohème"i yönettiği de olmuştur.) 1983’te İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde "La Bohème" bir kez daha, Cem Mansur orkestrayı yönetirken Doğan Onat’ın tarafından sahneye konduğunda, Colline rolünde vazgeçilmez olarak Hilmi Girginkoç vardır; çok değerli arkadaşı Schaunard rolünü ise genç bas-baritonlarımızdan Suat Arıkan üstlenmiştir.
Art arda başarılı performansları sonrasında Suat Arıkan bir şiir yazmış ve Hilmi Girginkoç’a göndermiş. Yer vermesem olmaz!

"Colline’e...
O mavi gözlü bir devdi,
sahne gerisinde küçük bir çocuk gibi uysal,
babacan tavrıyla bir ağabey,
sahnenin üstünde kükreyen bir arslandı.
-paltoyu satmaya giderken-
döktüğü gözyaşlarını,
belki bazıları,
"rol gereği" sandılar.
Ama o hiç rol yapmadı.
Kimbilir, belki rol yapmayı bilmiyordu.
O, duyguları yüreğinin taa derinliklerinde hissediyor,
Yani "rol oynamıyor", YAŞIYORDU!
O mavi gözlü bir devdi.
Onunla, omuz omuza müzik yapmış olduğum geceler,
sanat yaşamımın en soylu,
unutulmaz,
nadide temsilleri olarak
hatıralarımı süsleyecek.

Dostun Schaunard
SUAT ARIKAN"

Hikâyesi de şöyledir Colline’in:

Colline, matematik, skolastik, botanik ve sonu "ik" ile biten herşeyden anlayan bir filozoftur, bilim adamıdır. Onun felsefe notlarını sürekli temize çeken, aslında terzi olan bir sevgilisi vardır. Bu notlar tamamladığında bir kitap olarak basılır, Colline eline geçen parayla hemen sevgilisiyle evlenir.
Bu çift arkadaşlarını sık sık evlerine yemeğe davet eder ve onlara kendi ellerinden çıkma müthiş lezzetli spagettiler sunar.

Pardon, spagetti mi dedim? Bu noktada Dosteller Apartmanı çağırıyor beni gene!

Akılcı planlaması, özgün detayları, komşuluk ilişkilerini güçlendiren mekân üretimi ile döneminin konut yapıları arasında çok özel ve önemli bir örnek oluşturan Dosteller Apartmanı ve oradaki "içe dönük yaşam" pek çok bakımdan sanki kentten uzak, bir vahaya özgü olarak düşünülebilir. Zaman zaman iç avluya bakan açık pencerelerden, kapılardan, tek başına ya da piyano eşliğinde yükselen opera aryaları sık sık duyulur. Bir pencereden duyulan, bir operadaki rolünü çalışan soprano sesine kapısından dışarı uğrayan bir tenor ya da bariton, demir parmaklıklara dayanarak eşlik eder. Tiyatro sanatçıları ezberlerini çalışırken, kimin vakti varsa gelir karşısına oturur, metinden izleyerek destek verir. Eşim Sühendan bile daha çocukken bu işi çok kere yapmıştır.

Babası Hilmi Girginkoç, eve dönerken iç avluya girdiğinde o etrafı inleten sesiyle, bir arya söylercesine, aklına o anda kim geldiyse ona seslenir: "Türkâaaaan, çık dışarı!"

Türkân sahanlığa çıkar ve kollarını havaya kaldırıp cevap verir:
"Hoş gelmişsin Hilmiiii, sefalar getirmişsiiiin!"

Bazı geceler "dost meclisi"nde, Girginkoç’un evinde, diğer sanatçılara spagetti daveti vardır. Hilmi Bey, İtalya’da lisans üstü eğitim gördüğü günlerde tarifini öğrendiği "Spaghetti Bolognese"in kıymalı sosunu bizzat, ağır ateşte, uzun zamanda pişirmiştir; bu sosun olmazsa olmazı defne yaprağıdır. Kazara elinde defne yaprağı yoksa sokağa çıkılıp bir defne ağacı bulunacak ve yaprakları koparılacaktır. Öylesine önemlidir ki bu yapraklar, Hilmi Bey, "Bir operada birkaç notanın yanlış çalınması ya da benim iki üç yerde doğru sesi çıkaramamış olmam affedilir, ama Bolognese sosta defne yaprağı olmaması affedilmez!" demiştir.

Birileri kırmızı şarapları kapıp gelmiştir o akşam. Bol sohbet ve dedikoduyla süren yemekte kaçınılmaz olarak sanatçılar coşacak ve sabahın erken saatlerine kadar Dosteller Apartmanı aryalarla, düetlerle inleyecektir...

Benim de içinde bulunduğum bir geceye ait anekdotla bitirmeliyim bu yazıyı:

New York’taki Türk temsilciliklerinde görevli kızları Sühendan ve Neslihan uçak biletini gönderip babalarını New York’a davet etmiştir. Bir akşam, üst düzey bir başka Türk görevlinin evindeki yemek davetinden çıkıldığında, İngilizcede "nightcap" denen, gecenin son birer kadeh içkisini içmek üzere iki araba dolusu Türkle hep beraber bir piyano bara gidilir. Kalabalıktır ortalık, herkes sohbette, uğultulu. Ama biraz sonra yanyana iki masa bulunup yerleşilir. İçkiler ısmarlanır, bizde de sohbete dalınır.
Zenci piyanist adam güzel güzel çalıyordur; bazen duygulu, hatta melankolik, bazen daha hızlı, canlı parçalar. Derken nereden aklına estiyse, adam, herkesin şu ya da bu şekilde bildiği Rusların geleneksel "Kalinka"sını çalmaya başlar ve... ne olduysa o zaman olur. Bizim masadan müthiş davudi bir ses yükselir:

"Kalinka, Kalinka, Kalinka moia..."
Biz şaşkınlık içinde bakarken Hilmi Girginkoç devam edecektir:
"V sadu iagoda malinka, malinka moia
O Kalinka, Kalinka, Kalinka moia
V sadu iagoda malinka, malinka moia-Ooo..."

Zenci piyanist çok memnun gülümseyerek çalmasını sürdürürken bara aniden büyük bir sessizlik hakim olacak, herkes kafasını çevirip bizim masayı seyre koyulacaktır. Sanatçı kaçırır mı bu fırsatı! Hilmi Girginkoç ayaktadır artık, kollarını açmış, gözleri kapalı, o koskoca ciğerden yükselen muazzam sesi barı inletmektedir...

Alkış, alkış, alkış... Selam, selam, selam... Yanımızdaki masadan biri eğilip, "Rus musunuz? Zaten acaip bir dil konuşuyordunuz" diyor. "Yok Rus değiliz, Türküz, ama bu operamızın en ünlü seslerinden biri" diye cevap veriyorum. "Ama Rusça söylüyor" diyor adam ısrarla; ben de keyifle, "Biraz sonra İtalyanca, sonra İspanyolca, bakarsın Fransızca, hatta Türkçe bile söyleyebilir" diyorum!

Nasıl da bilmişim! Usta zenci piyanist bu bas-baritonu nasıl söyleteceğini çok iyi biliyor. Hilmi coşmuş iyice, bir dilden şarkıyı bitiriyor, diğer dile geçip söylüyor; Napoliten şarkılar, folk şarkıları, opera aryaları... Yıkılıyor bar, kimse kalkıp gitmiyor. İçkiler yenileniyor, bizim masaya her yandan ikram bardak bardak içki geliyor.

Hilmi hem içiyor hem söylüyor. Devam, devam...

Sabahın dördünde Hilmi Girginkoç’u kızları zorla çekiştirerek bardan çıkaracaktır... Ne geceydi ama!

Coşunca gözleri kapalı, böyle döktürürdü Hilmi Girginkoç!


******
Son olarak: Özellikle mimari bilgiler açısından bu yazıyı hazırlamamda elindeki bütün arşivi açarak ve serbestçe kullanma hakkı vererek bana büyük destek sağlayan Başkent Üniversitesi, Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi değerli hocalarından Prof. Dr. Adile Nuray Bayraktar Hanımefendiye şükranlarımı sunmak isterim.


Yazarın Diğer Yazıları

Bilgi tapınakları: Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XVIII)

Kremsmünster Manastırı Kütüphanesi ve Admont Manastırı Kütüphanesi...

Bilgi tapınakları: Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XVII) | Avusturya Ulusal Kütüphanesi

Orta Çağlara uzanırsak, kütüphanenin kökeninin 1349-1395 yılları arasında yaşamış olan Avusturya Arşidükü II. Albert'in saray kasalarında muhafaza edilen kitapları çıkarttırıp bir kütüphaneye dönüştürmesinde yattığını anlıyoruz