Harika oyuncu Burcu Biricik'in canlandırdığı, ruhu yaralı ama eli kanlı Fatma karakterine duyulan yakınlık, toplumlarda hızla yükselen antikahraman merakını çok açık şekilde ortaya koyarken, benim de bir süredir üzerinde çalıştığım Kahraman X Antikahraman olgusunu yazıya dökmeme vesile oldu.
Türü ne olursa olsun, her anlatı için (ister Efsane – Mitoloji – Destan - Masal – Hikâye – Roman silsilesinde, ister Tiyatro - Resim – Heykel – Resimli Dergi – Müzikal – Opera – Bale – Sinema silsilesinde) mutlaka bir Başkişi – Kahraman (Protagonist - Hero), bunun karşısında bir de Düşman – Hasım (Antagonist) gereklidir (Dikkat, burada kastettiğim Antikahraman değil).
Bu kavramları şöyle tanımlayabilirim:
Başkişi (Protagonist), merkezdeki kişidir. Bir dönemin, olayın, akımın ya da roman, şiir, dramatik bir çalışmanın merkezinde bulunan ana kişidir. Teknik açıdan özelliğinden bahsetmekteyiz burada.
Dilimizdeki kahraman kelimesi Farsça kökenlidir. Orta Farsçada kahraman, "iş buyuran" anlamına gelirmiş. Bu kelime ise "yapma, etme, iş, fiil" anlamına gelen "kâr" İLE, "buyruk, hüküm, hükümdar iradesi" anlamına gelen "ferman" kelimesinin birleşimidir.
Yunanca kökenli Heros ise "koruyan, savunan kişi"dir.
Bunlar kahramanın "yürekli, güçlü ve gözü pek kişi" olarak niteliğini, mizacını ortaya koyan özelliklerdir. Temelinde bu kelimeler mitoloji ve efsanelere bağlı göndermeler içermektedir.
Kadim Yunan tiyatrosunu ele alırsak mesela, protagonist baş aktördür, cesaret, erdem ve büyük başarısı ile bilinen başkişidir, oyunun kahramanıdır. Karşısında ise mutlaka bir antagonist (Eski Yunancada "anti = karşı, "agonist = aktör), kahramana karşı çıkan, genellikle habis ruhlu bir kötü adam (şerir) vardır. Düşmandır o kişi, hasımdır.
Yukarıda tanımlamaya çabaladığım kavramları yaratan, sınırları olmayan evrenin (Cosmos) en meraklı yaratığı olan insandır. "Neden hava bir soğuyor, bir ısınıyor? Neden bir aydınlık, bir karanlık oluyor? Aydınlıkken yukarılarda gördüğüm bu koskoca şey (güneş), karanlıkken gördüğüm bu küçük şey (ay) ne ola ki? Gökler bazen neden gürlüyor, neden bu fırtınalar, kasırgalar oluyor (adlarını zamanla koyduğu kuşkusuz!)? Bazı dağlar neden patlıyor? Neden ölüyoruz? Nasıl geldik hayata? Vs, vs, vs..."
Mit (Efsane)
Kendinin yapamadığı, akıl erdiremediği doğadaki olayların çok daha güçlü birileri tarafıdan yapılmış olması gereğine inanmaya başlayan, bu inanca sığınan insan, mitleri (efsaneleri) üretmeye başlamış. Mitoloji böylece doğmuş (Mythos: Masal, hikâye + Logos: Söz). Kutsal öykülerle, yaratılışı, olup bitmiş olayları, fakat aynı zamanda doğa üstü olayları, mucizeleri gerçekmiş gibi kabul edip aktarmış. Böylece doğmuş tanrılar – tanrıçalar, yarı tanrı – yarı insanlar. Kimilerini kahraman yapmışlar, karşılarına da düşmanlarını-hasımlarını koymuşlar.
Uçsuz bucaksız Yunan (ardından da Roma) Mitolojisine dalıp ipin ucunu kaçırmak değil niyetim. En özet haliyle belirtmek gerekirse Yunan mitolojisinde 12 büyük tanrı-tanrıça var, hep kahramandır bunlar: Zeus, Hera, Poseidon, Demeter, Hestiya, Aphrodite, Apollon, Ares, Artemis, Athena, Hephaistos, Hermes. Sonradan Dionysos'u almışlar aralarına. Tabii bu arada, "Otur oturduğun yerde!" deyip tanrılar dağı Olympos'a çıkmasına izin vermedikleri karanlık yeraltı âleminin, cehennemlerin tanrıçası Hades'i de unutmayalım. Daha da var, bir sürüsü var alt kategorilerde, Hypnos, Nike, Janus, Nemesis, Iris, Hekate, Eros, Pan, Persephone ve Themis dahil.
Zeus-Artemis-Poseidon
Tanrılar kendileri otursalar ya oturdukları yerde; yok, zaman içinde dünyalılara bulaşıyorlar; kimine aşık olup kaçırmak, ırzına geçmek, bazılarını cezalandırmak, diğerlerini hoşlaşıp yanına almak üzere. Haydi bakalım bu tanrılar – tanrıçaların insanlarla birleşmelerinden yarı tanrı/yarı insanlar çıkıyor mu ortaya! Bunlara da kahramanlık hikâyeleri uydurup yapıştırmak gerek oluyor elbette. Nasıl olacak bu? Karşılarına birer düşman – hasım bulmak lazım ki kahramanlık mertebesne yükselsinler. İşte böyle yarı tanrı/yarı insan Heracles'in karşısına Hydra'yı, Achilles'in karşısına Hector'u, Perseus'a Medusa'yı, Odysseus'a Neptune'ü ve daha pek çoğuna başkalarını koyunca her şey rayına oturuyor...
Medusa'nın kafasını kesen Perseus.
Achilles, Hector'u öldürüyor. Heracles, Hydra'yı parçalıyor.
Destan (Legend) ►►► Masal (Fable)
Gün gelir efsanelerin sonu gelir. İnsanlarda "aidiyet" duygusunun yayılmasıyla olur bu. Birbirlerine destek olarak, koruyarak bir arada yaşamaya yönelen insan topluluklarına yön veren, uyulması gereken kurallar koyan liderler belirir. Topluluklarda nüfus da artar; birlikte yaşam şehir devletlerine, prensliklere, debeyliklere, krallıklara evrilir. Topluluklar o yapılaşmanın toplumudur artık. Her toplumun yapısı, hayat görüşü, gelenek ve görenekleri, felsefesi, milli değerleri gelişmiştir. Artık efsaneler işe yaramaz, millileşir ve destanlar doğar. Kendi ünlüleri, önemli kişileri, kendi kahramanları vardır bundan sonra. Sümerlilerin Gılgamış'ı, Mısırlıların Menes'i, Hintlilerin Ramayana ve Mahabharata'sı, Fransızların Roland'ı, Rusların İgor'u, İspanyolların Le Cid'i, Japonların Şinto'su, İngilizlerin Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri vardır artık söylemde.
Bizlerin geçmişinde de kaçınılmaz olarak destan kahramanları vardır elbette. Kırgızların Manas'ı, Hun-Oğuzların Oğuz Hanı, Göktürklerin Bozkurtlar'ı ve Ergenekon'u, Emevilerin Seyid Battal Gazisi, Anadolu Selçukluların Danişmend'i, Türk-Osmanlıların Köroğlu'su ve nice diğerleri.
Manas-Kral Arthur-Köroğlu
İnsan yaşamında engellenemeyen iki şey vardır: Ölüm ve Değişim. Değişen ne varsa, yine değişecektir. Zaman içinde toplumların gelişmesi, değişmesiyle birlikte destanlar da değişikliğe uğrar; demokratikleşir âdeta, halka iner, kişiselleşir, yerlerini masallar alır. Dini ve milli motifler tamamen terk edilmiştir artık, kahramanlar aşıklardır bu defa, masallara yerleşmişlerdir. Çocuklar için masalları bir yana bırakırsak, Eloise ile Abeland vardır masallarda, Marion ile Robin Hood, Tristan ile Isolde vardır; bizim coğrafyalarda ise Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha vardır ve özellikle bastığımız, yurt dediğimiz bu topraklarda Arzu ile Kamber, Tahir ile Zühre gibileri vardır. Bunları ozanlar, sazları eşliğinde manilerle yüzyıllarca söyleyecek, günümüze kadar getirecektir.
Zühre, Tahir'ine şöyle seslenecek:
Sevmişim Tahir seni,
kul ettin zalim beni,
cismimde canım sensin,
hiç can sevmez mi seni.
Sazın elinle çaldın,
aklım başımdan aldın,
vurdun saza mızrabın,
güneş gibi yayıldın.
Buna karşılık Tahir, Zühre'sine şöyle cevap verecektir:
Zühre'nin ruhu güldür,
Tahir ona bülbüldür,
Zühre'nin siyah zülfü,
kar üzeri sümbüldür.
Biz maniler döktürdük,
sazı alıp ellere,
içimiz sevda dolu,
yansır yanan gözlere.
Cenneti bulduk şimdi,
sohbetimiz delişmen,
sazlar da keyfe geldi,
çınladı koca evren.
Bu silsile içinde bu noktadan itibaren artık Avrupa'da çok önemli bir eşik aşılacak (ne yazık ki bizim coğrafyamızda değil!), yepyeni bir dönem başlayacaktır...
Rönesans
Avrupa girdiği ve çok uzayan "karanlık" denen ortaçağın sonlarına geldiğinde yıl MS 1300 ve civarıdır. Çok sonraları Rönesans adı verilecek bu dönemde dinin baskısından kurtulan en başta edebiyattır, sanattır. Masaldan ► hikâyeye, hikâyeden ►romana geçilecek, hepsinde kahramanlar (hatta şimdilerde değerlendirdiğimizde antikahraman da diyebileceğimiz bazıları var) bambaşka kişilklere bürünecektir.
Geoffrey Chauser İngiltere'de "Canterbury Masalları" ve "Troilus ile Criseyde"yi, İtalya'nın farklı prensliklerinde Giovanni Boccaccio "Decameron" ve "Karga"yı (Il Corbaccio), Francesco Petrarca "Divan" (Il Canzoniere) ve "Utku Şiirleri"ni (Triumphi), Dante Alighieri "İlahi Komedya" ve "Yeni Hayat"ı (La Vita Nuova), Niccolò Machiavelli ise "Prens" ve "Titus Livius'un İlk On Yılı Üzerine Söylev"i yazacaktır. Tabii ki onları Fransa'da "Denemeler"iyle (Essais) Michel de Montaigne ve saymakla bitmeyen eserleriyie William Shakespeare izleyecektir. Gerekli bütün taşlar döşenmiştir böylece, Avrupa modern edebiyatın ilk ve tarihin en ünlüsü olacak romanı, Miguel de Cervantes Saavedra'nın "Mançalı Don Kişot"unu (El ingenioso hidalgo don Quijote de la Mancha) ve büyük kahramanını beklemektedir.
Sanatın her dalında da dev adımlar atılacaktır. Her ne kadar sanatçıların yaratılarının pek çoğunda işlenen kahramanlar dindeki ve efsanelerdeki kişiler olsa da, gerçekçiliğe (naturalizm) adımlar atılmıştır bir yandan.
Adı kısaca Donatello olarak adlandırılan Floransalı heykeltraşın tunçtan yaptığı "Davud",[*] kadim tarihlerden beri yapılmış ilk tamamen çıplak heykeldir; zorbalık ve mantık dışı davranışlara karşı medeni değerlerin galibiyetini temsil eden kahramanıyla Rönesans'ın ilk heykeli olarak çağ açmıştır.
Davud
Sonra sıraya girecektir işte "Adem'in Yaratılışı"yla Michelangelo Buonarroti, "Atina Oku"yla Raffaello Sanzio, "Mona Lisa"sıyla Leonardo da Vinci, "Venüs'ün Doğuşu"yla Sandro Botticelli, "Urbino Venüsü"yle Tiziano Vecellio (Titian) ve diğerleri. Mimarlıkta olanlar da devrimdir bir bakıma; Batı mimarisinin en fazla örnek alınan ismi olarak tanınacak Andrea Palladio, Venedik'i 24 farklı binası ve 23 villasıyla süslerken, Kuzey İtalya'da, Vicenza'ya en tanınan eseri "Villa La Rotonda"yı oturtacaktır.
Rönesans dönemi Fransa'da şatolarla yücelecek, mimaride başı çeken Philibert de l'Orme "Saint-Maur", "Montceaux les Meaux", "d'Anet" gibilerini yaparken, Loire Vadisinde birbiri ardına dizilmiş "Château Royal de Blois", "Château de Chambord", "Château d'Azay-le-Rideau" gibi müthiş Rönesans dönemi şatolarının pek çoğunun mimarı, kaybolan, yanan evraklarla belirsizlik kazanacaktır.
Château d'Anet-Château de Chambord
İngiltere'ye ise Rönesans mimarisi biraz gecikerek ama Shakespeare döneminde girecek, Inigo Jones bu akımı ülkesine getiren ilk mimar olarak tarihe geçecektir. Bu da Sir Christopher Wren'e ulaşacak yolun başlangıcıdır.
* * *
Artık antikahramanlara giriş zamanı geldi; onlar haftaya. İlginizi çekebildiysem beni izlemeye devam edin...
[*] Floransa'daki Bargello Müzesindedir.