13 Haziran 2021

Antikahramanlara veda ederken (V)

Fatma'nın yaşadıklarıyla ruhunda devamlı yeni yaralar açılması, elini kana bulaması, adım adım bir intikam makinesine dönüşmesini tutkuyla izliyor seyirci, bağlanıyor Fatma'ya. En başta da söylemiştim: Çoğunluğunuz, "Cinayet kötü, ama kadın haklı, çünkü yaralı!" dediniz zaten

Önceki yazımın sonunda, bu yazımla sahne oyunları, müzikaller, sinema filmleri ve TV dizilerindeki antikahramanların arasında dolanarak Kahraman – Antikahraman dizime veda edeceğimi belirtmiştim.

Ayrılmadan, yazdıklarımla ilgili, beğeni olsun, eleştiri olsun, aldığım geri dönüşlerin hepsinin beni çok mutlu ettiğini ifade etmek ve tüm okuyucularıma gönülden teşekkürlerimi iletmek isterim.

* * *

Buyursunlar sahneye

ABD'li yazar Arthur Miller'in 1949 tarihli "Satıcının Ölümü" (Death of a Salesman) oyununun başkişisi Willy Loman, âdeta çift kişiliğe sahip, bir yandan iyimser, eşini seven iyi bir baba ve geçmişinde başarılı bir satıcıyken, zaman zaman kötümser, eşini başka kadınlarla aldatan, çocuklarını istismar edebilen bir garip insan, bir antikahramandır.

"İlk postmodernistlerden" diye tanınan İrlandalı yazar Samuel Beckett'in 1952'de sahne ışıklarıyla buluşan "Godot'yu Beklerken" (Waiting for Godot) oyununun iki karakteri Vladimir ve Estragon, bazı antikahraman tanımlamalarına çok uyar. Cehaleti, umutsuzluğu, çaresizliği ve bıkkınlığı temsil eden, biri korkak, diğeri her zaman sığınacağı birisini arayan iki garip adam!

Victor Hugo'nun 1862 tarihli muazzam eseri "Sefiller"in (Les Miserables) polis müfettişi Javert, yasalara düşkünlüğünün yanında, suçlulara duyduğu nefret derecesindeki antipati ile çok iyi işlenmiş bir antikahramandır. 1980'de Fransız besteci Claude-Michel Schönberg tarafından bestelenen müzikali 35 yıldır hâlâ Londra West End'de sahnede. Bugüne kadar 44 ülkede, 22 değişik dilde sahnelenen bu müzikali toplamda 70 milyon kişi seyretti. Üç Oscar kazanan filmi de 2013'te gösterime girmişti.


Broadway'de "Sefiller"in Javert rolünde Norm Lewis

1700'lü yılların sonlarına doğru Londra'da gerçekten yaşadığı ve düzinelerle müşterisini öldürdüğü için 1802'de asıldığı söylenen berber Sweeney Todd'un hikâyesi ilk kez Thomas Peckett Prest adlı bir yazar tarafından 1846'da kaleme alınmış, sonrasında defalarca farklı kişilerce farklı formatlarda yazılmıştır. En son büyük usta Stephen Sondheim tarafından bir müzikal olarak bestelenen bu akıl almaz antikahraman hikâyesi, filme de çekilerek daha beter ünlendi.


Helena Bonham Carter ve Johnny Depp "Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Str." filminin başrollerinde

Paris'in ünlü opera binası Palais Garnier'in inşaatı tamamlanırken çıkan ve harika salonunu çökerten yangın dansçı bir çiftin yanarak ölmesine de sebep olmuştu. Bunu izleyen onarım döneminde çalışanlardan bazılarının da ölmesi ve diğer pek çok aksilik, binanın tamamlanmasını engelleyen bir hayaletin varlığına ilişkin dedikoduyu halkın diline dolayacaktı. Fransız yazar Gaston Leroux, 1910 yılında bu hayalet üzerine kurulu "Operadaki Hayalet" (The Phantom of the Opera) adlı bir roman yazdı. Ne bilsindi yazar eserinin 20 farklı sahne oyunu ve müzikal, bir de bale eseri haline geleceğini ve 10 kez de filme çekileceğini!

Ünlü yangında yüzünün yarısı deforme olmuş, operanın bodrumunda yaşamını sürdüren antikahramanımız "hayalet"in, bir genç soprano kıza delilik düzeyindeki aşkını, kaçırıp bodrumuna hapsetmesini, peşine düşenlerden birini katletmesini anlatan eseri 1986'da West End'de zirveye taşıyan, İngiliz müzikalinin tahtında oturan besteci Andrew Lloyd Webber oldu. İki yıl sonra New York'a uzanan eser bugün hâlâ sahnede (Pandemi ertesi Ekim 2021'de yeniden başlıyor) ve "Broadway'de En Fazla Sahnelenen Müzikal" ünvanını elde etmiş durumda. İngiltere'de de ülke içi turnelerle yoluna devam etmekte.


Ramin Karimloo ve Sierra Boggess Londra, Royal Albert Hall'da sahnelenen "Operadaki Hayalet"te

Andrew Lloyd Webber daha 1978 yılında başka bir antikahramana bizi hayran bırakmıştı aslında. Gerçek hayatta da tam bir antikahraman gibi yaşamış, bir kasaba dansözlüğünden çıkıp, müthiş zekâsı, kurnazlığıyla ve cazibesini son demine kadar kullanıp Arjantin'in devlet başkanlığına kadar uzanan bir kadın, María Eva Duarte de Perón üzerine kurulmuş müzikaldi bu.


"Evita" filminde Madonna

Müzikalin librettosunu yazan Tim Rice ve Webber birlikte aldıkları kararla müzikale, antikahramanlarına halkın taktığı ve İspanyolca'da "Küçük Eva" anlamına gelen lakabıyla "Evita" adını verdiler. O yıl West End'de açılan müzikal ortalığı yıkıp geçince ertesi yıl Broadway'de, 1966'da da büyük başarısıyla Evita rolünü üstlenen Madonna'yla beyaz perdedeydi. Başka ülkelerde sahnelenişini bir yana koyarsak, defalarca yenilenen kadrolarıyla "Evita", pandemi patladığında hem Londra hem New York'ta hâlâ sahnedeydi. 2021 sonbaharı için her iki kentte bilet satışları başladı bile.

Madem sinemadan da bahsettik...

1960'larda Batı ülkelerinde, yerleşik toplumsal, siyasal ve kültürel düzene karşı çıkarak gelişen karşı kültür (counterculture) hareketinin, Holywood'a yansımasının ilk temsilcisi, 1967 yapımı "Bonnie ve Clyde" Gerçek kişiler ve olaylara dayanan bir senaryonun kullanıldığı ve Arthur Penn'in yönettiği bu film Holywood filmciliğinin geleneksel tabularını yerle bir etmiş, gerçekçi seks ve kanlı sahnelerinin kullanımında dönüm noktası olmuş, Amerikan sinemasında üstünlüğü yapım şirketlerinden alıp yönetmene teslim etmiştir. Seyirci, işi adam öldürmeye kadar vardıran bu soyguncu çifte hayran olmuş, antikahramanlar listesinin tepesine taşımıştır.


Bonnie ve Clyde rollerinde Warren Beatty ve Faye Dunaway

ABD'li yazar Patricia Highsmith'in hep birlikte "The Ripliad" diye anılan beş romanından kaynaklanan filmler, Tom Ripley adlı sempatik katil antikahramanın maceralarını yansıtır.

Diğer bir ABD'li yazar Thomas Harris'in yarattığı, merakımızla hepimizi peşine takan akıl almaz psikopat cani Hannibal Lecter'li dört romandan ilkinin, "Kuzuların Sessizliği"nin (Silence of the Lambs) beyaz perdede belirmesiyle, Anthony Hopkins'in canlandırdığı Lecter, Amerikan sinema tarihinin "En Habis (şerir) Karakteri" olarak zirveye oturdu; fakat ünlü bir antikahramandı artık! Bu film 1991'de , "Beşi bir yerde" denilen, Oscar ödüllerinden En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Aktör, En İyi Aktris ve En İyi Senaryo dallarında verilenlerin hepsini alarak tarihe geçen üç filmden biridir.[1]

İngiliz bir yazar bu kez, Anthony Burgess''in "Otomatik Portakal"

(A Clockwork Orange) romanının antikahramanı Alex DeLarge adlı sosyopat bir gençtir. Stanley Kubrick tarafından beyaz perdeye aktarılan eser, sinema tarihinin kült filmleri arasında yer almıştır.


Malcolm McDowel'in oynadığı Alex

Sinemada antikahraman deyince daha niceleri var, niceleri. Birkaçını anmadan geçemeyelim:

"Baba" (Godfather) dizisinin 2. (1974) ve 3. (1990) filmlerinde mafya babalığı koltuğunu devralan Michael Corleone (Al Pacino);

"Thelma & Louise" filminin (1991) aynı isimli kadınları (Geena Davis & Susan Sarandon);

"Léon" filminin (1994) aynı isimli, 12 yaşında yalnız kalan bir kızı himayesine alan kiralık katili (Jean Reno);

"Dövüş Kulübü" (Fight Club) filminin (1999) benlik iklileşmesi etkisindeki Tyler Durden karakteri (Brad Pitt);

"Kill Bill" (2003) ve 2. (2004) filmleri Gelini Beatrix Kiddo (Uma Thurman);

İsveçli gazeteci ve yazar Stieg Larsson'un üç romandan oluşan "Milenyum Üçlemesi"nden kaynaklanan filmlerdeki antikahraman, müthiş bilgisayar korsanı, dövmeli kız Lisbeth Salander (Noomi Rapace);

... sonu yok bu antikahramanların. Fakat sinema faslını noktalamak için en uygunu 2019 tarihli, yapımcısı ve yönetmeni Todd Phillips olan "Joker" (The Joker) filmidir bence. Filmdeki Arthur rolüyle sayısız ödülü kucaklayan Joaquin Phoenix, toplumun dışladığı bu garip kişinin...

Arthur'dan ► Palyaço'ya ► Joker'e

...dönüşümünün olağanüstü hikâyesini mükemmellik düzeyinde yansıtıyor.

Çocukken istismara uğrayıp, beynine darbe yiyen; çocukları ve genellikle insanları seven ve komedyen olmak isteyen akıl hastası Arthur'un, alaya alınınca sahneden uzaklaşıp etkinliklerde palyaço olarak hayatını kazanmaya çabalaması; yozlaşmış Gotham şehrinde bütçe kesintileriyle tedavisi kesilince ve çok sevdiği annesinin çocuğu olmayıp evlat edinildiğini öğrenince çileden çıkıp Joker'e dönüşmesi ve annesi dahil "kötü"leri öldürmeye başlaması; bütün kenti ayaklandırıp "Joker"leştirmesinin hikâyesi. Zamanında akıllılığa doğru giderken her gün tırmandığı sokak merdivenlerini, deliliğe doğru dans ederek inmesi...

"Hiç kulak vermiyorsunuz bana!" diye bağıran, "Yapayalnız bir akıl hastasıyla karşılaşınca, siz de onu karalarsanız ne gelir başınıza, biliyor musunuz?" diye soran, "Ne komiktir ne değildir belirlediğiniz gibi, neyin iyi neyin kötü olduğuna da karar veren sizlersiniz!" diye toplumu itham eden Joker günümüzün antikahramanıdır.

Toplumun dışlamasıyla ötekileştirilen Arthur'un, tepkisini ortaya koyarak Joker'leşmesini haklı bulan seyirci sevdi bu karakteri...


"Joker"in ünlü merdiven sahneleri

Birkaç TV dizisiyle kapatalım

Bu mecraya girince ucu bucağı yok tabii antikahramanların. Zor iş seçim yapmak. Hangisi birini yazsam?

  • "Lost"taki "Ben Linus"u mu?
  • "Game of Thrones"daki "Tyrion Lannister"i mi?
  • "Breaking Bad" deki "Heisenberg"i mi?
  • "House of Cards" daki "Claire & Frank Underwood"u mu?
  • "La Casa de Papel"deki soyguncuların hepsini mi?
  • "The Sopranos"daki "Tony Soprano"yu mu?
  • "Peaky Blinders"daki "Thomas Shelby"yi mi?

Yok yok, en iyisi ben üç yerli TV dizisiyle kapatayım:

Azra Kohen'in üç romanının tek bir diziye dönüştürülmesiyle ekranlara gelen "Fi"nin, sanki zaten başka oyuncuya uymazmış gibi Ozan Güven'e cuk oturan, psikopat, ahlaksız, kötülük dolu ama aşırı zeki antikahramanı "Can Manay".


Ozan Güven "Fi" de Can Manay rolünde

Emrah Serbes'in "Her Temas İz Bırakır" romanından esinlenerek çekilen, rekorlar kıran polisiye dizisi "Behzat Ç: Bir Ankara Polisiyesi"nin, Erdal Beşikçioğlu'nun eşsiz oyunculukla üstlendiği antikahramanı, Cinayet Büro Amiri, Başkomiser Behzat Ç. "İyi bir adam olamayan ama kimsenin de adamı olmayan", adaletin var olduğuna inanmayan, amirlerini takmayan, uyumsuz, kendi ekibinin "baba" gözüyle baktığı, aslında iyi kalpli ama bunu göstermekten aciz, aşkını bile itiraf edemeyen, travmalar yaşayan, akşamcı ve ancak içerek bir nebze rahatlayan, bir garip polis Behzat Ç.


Behzat Ç – Erdal Beşikçioğlu

Ve nasıl başladıksa öyle bitiriyoruz bu yazı dizisini: "Fatma"

Şu yüzdeki nefret ifadesine bakar mısınız?


Burcu Biricik – Fatma

Çocukluğundan itibaren itilen, kakılan, erkekler tarafından istismar edilen, kocası hapsedilince sığınacak kimsesi de kalmayan ve yaşayabilmek için evlere temizliğe giden Fatma, erkek egemenliğinin acımasızca ve artarak sürdüğü Türk toplumunun ezilen kadınını resmediyor. Rolünü son demine kadar özümsemiş, ruhuna işlemesine izin vermiş Burcu Biricik, müthiş bir performans sergiliyor dizide. Fatma'nın yaşadıklarıyla ruhunda devamlı yeni yaralar açılması, elini kana bulaması, adım adım bir intikam makinesine dönüşmesini tutkuyla izliyor seyirci, bağlanıyor Fatma'ya.

En başta da söylemiştim: Çoğunluğunuz, "Cinayet kötü, ama kadın haklı, çünkü yaralı!" dediniz zaten.

* * *

Güle güle Kahramanlar – Antikahramanlar...


[1] "Beşi bir yerde"li diğer iki film: 1934 ödüllerinde "Bir Gecede Oldu" (It Happened One Night) ve 1975 ödüllerinde "Guguk Kuşu" (One Flew Over the Cuckoo's Nest).

Yazarın Diğer Yazıları

Bilgi tapınakları: Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XVIII)

Kremsmünster Manastırı Kütüphanesi ve Admont Manastırı Kütüphanesi...

Bilgi tapınakları: Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XVII) | Avusturya Ulusal Kütüphanesi

Orta Çağlara uzanırsak, kütüphanenin kökeninin 1349-1395 yılları arasında yaşamış olan Avusturya Arşidükü II. Albert'in saray kasalarında muhafaza edilen kitapları çıkarttırıp bir kütüphaneye dönüştürmesinde yattığını anlıyoruz