Türkiye’nin yenilikçi sahnelerinden Dot’un son oyunu “Dövüş Gecesi”nden çıkarken, önümde yürüyen orta yaşlı bey, eşine bu eleştirel soruyu yöneltiyordu – ancak ne yazık ki hanımefendinin yanıtı duyamadım.
Soru yerinde miydi – veya, örneğin bir Molière komedisinden, bir Brecht oyunundan, hatta “Lüküs Hayat”ımızdan çıkıldığında benzer bir serzenişe tanık olabilir miydik? Her iki yanıt, “hayır”dır kuşkusuz – ancak sorunun kendisi, kocaman bir “evet” karşılığını almalı..!
Murat ve Özlem Daltaban’ın 2005 yılında başlattıkları Dot girişiminin bugüne kadar sergilemiş olduğu 21 oyunu ile 3 oyunlar dizisinin tümünü görmüş, çoğu hakkında değişik ortamlarda eleştiriler yazmış ve bazılarını bulunduğum seçici kurullarda en üst sıraya yerleştirmiş olmakla artık ne derece “tarafsız” kalabildim, bilemiyorum – ve bu nedenle, zaten birçok değerli kalem tarafınca eleştirileri yayımlanmış olduğundan, bu son oyunlarını burada ayrıntılarıyla irdelemeyi düşünmüyorum. Asıl altını çizmek istediğim, Dot ile birlikte Türk Tiyatrosu’nun İkibinli yıllarda yaşadığı evrimdir, bu portalda tiyatro yazılarına başlarken...
Ancak her şeyden önce, “Dövüş Gecesi”nden belli ki düş kırıklığı ile çıkmış tiyatroseverin sorusuna niye “evet” yanıtını vermemiz gerektiğine kısaca değinmek isterim. Tiyatro, acaba Rönesans döneminden bu yana alışık olduğumuz (yükseltilmiş, çerçeveli ve genellikle perdeli) “İtalyan sahnesi”nde zengin ya da minimalist bir dekorun önünde, oyuna has giysilerle icra edilen trajik veya komik öğeler içeren bir gösteri midir sadece – yoksa öncelikli olarak izleyicilerin huzurunda, konuşmaları ve eylemleriyle onları eğlendirmenin yanı sıra düşündürmek, onlara bazı iletiler sunmak için de icra edilen bir sanat mıdır? Daha yalın biçimde belirtecek olursak insanların, insanlara insanı, insani idealleri öne çıkararak anlatmaya çalışan bir sahne sanatı mıdır?
Bu son tanımlamadan hareket edecek olursak, antik tiyatroya kadar geri gidebiliriz: Orada açık havada, toprak zeminli bir arenada bile, bireylerden oluşan bir koronun, çok çok maskeler takarak, daha sonra ise –rivayete göre– Thespis adında bir kişinin birey olarak da sahne almasıyla ilk tragedyalar, komedyalar etrafta oturan halka sunulurdu. Ondan sonra ver elini Shakespeare’yen kraliyet dramlarına, Fransız karışıklıklar komedyalarına, tuluatı öne çıkartan İtalyan Commedia dell’arte veya bizim Orta Oyunu’muza, Skandinav oda oyunlarına, uyumsuz ve politik tiyatroya, ve tabii ki “hoşca vakit geçirtecek” salon güldürülerinden “suratımıza tokat” patlatan “In-Yer-Face” tiyatro türüne kadar...
İşte bu son tür ile başlamıştı Dot’un tiyatro serüveni, ilk gösterimi bundan tam dokuz yıl önce İngiliz yazar Bryony Lavery’nin “Donmuş/Frozen” oyununu Beyoğlu Mısır Apartımanı’ndaki küçük ve hemzemin sahnede cesur izleyicilerinin suratına, suratına sokarak..! Pedofilizm ile panik atağın sahneye taşındığı bu oyunun ardından daha nice benzerleri geldi – eşcinselliği ve uyuşturucu bağımlılığını irdeleyip, şiddeti ve ırkçılığı yeren. Oyuncular sayısı iki kişiden (“Sansürcü”, “Karatavuk”) on altı kişiye (“Kutlama”) kadar değişiyordu, oyunlara göre zaman zaman salonların büyüklüğü de... Ve –bence en önemlisi– izleyici profili ilginç değişimlere uğradı! Dot ve benzeri tiyatroların müdavim kitlesinin yaş ortalaması düştü; gelir düzeyi arttı – o derecede ki, Ocak 2010 “Tiyatro... Tiyatro...” dergisindeki bir yazımda şu gözlemimi aktarmadan edememiştim: “O Perşembe akşamı Beyoğlu Mısır Apartımanı’nda asansörü beklerken, arkamız/önümüz, sağımız/solumuzda, en büyüğü 27-28 yaşlarında olduğunu kestirdiğim, son derece ‘trendy’ kılıklı, hoş insanlar göze çarpıyordu, ancak buna alışıktık aslında – zira binanın en üst katında, birkaç yıldır ‘in’ olan restoran/bar ‘360’ konuşlanmıştı, daha Dot oraya taşınmadan... Ne var ki, asansörde burun buruna durduğumuz hoş kokulu, alımlı kızlar ve cool gençlerin hemen tümü, dördüncü katta indi – bizimle birlikte oyunu izlemek üzere..!”
Daha da önemlisi, Dot ve ondan birkaç yıl önce kurulmuş olan VeDiğerŞeyler topluluklarının izinden yürümeye başlamış nice küçük tiyatrolar, benzer konseptler güderek gelişmeye başladı; kimileri kendilerini “alternatif tiyatro” olarak adlandırdı, “suratına tiyatro”yu sürdüren, ülkemize uyarlayan veya başka mecralara yönelenler oldu, bazıları kendi saflarından özgün oyun yazarları çıkardı – ve rahatlıkla şunu savlayabiliriz ki, 2004-2014 dönemi Türk Tiyatro sektörü için bir “yeniden doğuş”u simgeliyor... Günümüzde çokça tartışılan, önemli bir sorunlar yumağını oluşturmuş ödenekli tiyatroların durumu ile sahne sanatlarına uygulanan/uygulanmayan devlet desteği ve sansür sorunsalları bir yana – özel ve genç tiyatro girişimleri ve girişimcileri artık (kendi salonlarında bulunmayan!) “perde”yi yırtmış ve aynı kuşaktan olan izleyicilerinin de desteği ile güzel bir geleceğe doğru yelken açmaya kararlılar!
Yazının başında değindiğim konuyu toparlayacak ve son noktayı koyacak olursak – bir demokrasi eleştirisi, Dot’un tanıtımıyla “seyircinin oylarıyla yol alan ve yön değiştiren bir demokratik sistem simülasyonu” olan “Dövüş Gecesi” oyunu –dekorsuz, kostümsüz, dahası neredyse sahne diyalogları içermeden– kesinlikle “damardan” tiyatro’dur, zira a) izleyicilerin oyları için bir karizma yarışına girmiş oyuncuları bu başdöndürücü sahne devinimlerine hazırlayan çok yetkin bir reji içeriyor; b) seçimlerde niye oy verdiğimizi sorgularken, bize nice iletiler sunuyor; c) elimizde bulunan kumanda aygıtlarıyla sonuçları belirlememizle, oyunu interaktif kılıyor; d) oy verirken aslında kendimizi de sorgulatıyor, dolayısıyla izleyicileri sürekli olarak düşündürtüyor; e) ilk elemelerin, koalisyon kurmanın ve nihayet seçim sonuçlarının sürekli olarak değişebilme olasılığı karşısında, oyunculardan sürekli olarak alternatif sözel/eylemsel atılımlar bekliyor – ve nihayet e) kuramsal yazılarında Brecht’in bile çok önemsediği gibi, izleyicileri eğlendiriyor...
DÖVÜŞ GECESİ
22, 23, 25, 30, 31 Ekim
6, 7, 8 12, 13, 19, 20, 26, 27 Kasım
Saat 21.00
BİLSARDOTTA SALONU
MAÇKA G-MALL
Harbiye Mahallesi Kadırgalar Caddesi No:3
0212 251 45 45