01 Ağustos 2022

Zorunlu din dersi ve Anayasa Mahkemesi kararı

AYM kararı olumlu bir adım olmakla birlikte, AİHM kararlarının gerisinde kalıyor

Anayasa md.24/4:

[…] Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır.

 

Anayasa Mahkemesi (AYM), Anayasa’nın 24. maddesinde düzenlenen zorunlu din dersiyle ilgili önemli bir karar verdi. Ebeveynlerin eğitim ve öğretimde dini ve felsefi inançlarına saygı gösterilmesini isteme hakkının ihlal edildiğine karar verdi.

AYM’ye bireysel başvuruyu yapan Hüseyin El, Eskişehir Havacılar İlköğretim Okulu 4. sınıf öğrencisi kızı Nazlı Şirin El’in din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) dersinden muaf tutulmasını ister. Bu istemi, okul yönetimi tarafından sadece Hristiyan ve Musevi dinlerine mensup öğrencilerin DKAB dersinden muaf tutulabilecekleri gerekçesiyle reddedilir. Bunun üzerine başvurucu, kızının nüfus cüzdanındaki İslam ibaresinin kaldırılması için Nüfus Müdürlüğü’ne başvurur ve ibare kaldırıldıktan sonra idare mahkemesinde bu karara karşı iptal davası açar. 4 yıl süren hukuk mücadelesini kaybedince 2014 yılında AYM’ye başvurur. Bu karmaşık süreci Sedat Ergin yazısında son derece iyi özetlemiş. 

AYM'nin incelemesine egemen olan düşünce şu: Anayasa’nın 24. maddesine göre, “din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.” Zorunluluk din kültürü ve ahlak öğretimi için. Öğretilen ders bu niteliği taşımıyorsa, o zaman Anayasa’daki bir sonraki cümleye bakmak gerekiyor. Buna göre, “Bunun dışındaki din eğitimi ve öğretimi ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır.” AYM’e göre ele alınması gereken konu, DKAB dersinin, Anayasa’ya göre zorunlu olması öngörülen din kültürü ve ahlak öğretimi dersi niteliğinde olup olmadığı ve değilse, sonraki cümle gereğince, çocuklarına bu dersi aldırmak istemeyen ebeveynlerin isteklerini karşılayacak seçeneklere yer verilip verilmediği. Öğretilen bilgiler din kültürü ve ahlak öğretimi sınırları içinde kaldığı sürece muafiyet tanınmaması bir hak ihlaline yol açmayacaktır.

Din kültürü ve ahlak öğretimi derslerinden muafiyet sadece Hristiyan ve Musevi dinleri mensuplarının çocukları için. O zaman AİHM’in Zengin kararında sorduğu soru ortaya çıkıyor. Din kültürü derslerinde bütün dinleri kapsayan din kültürlerine ilişkin bilgiler veriliyorsa, neden Hristiyan ve Musevi çocuklarına muafiyet tanınıyor? Yok, böyle değil de din kültürü derslerinde belirli bir inanca ilişkin bilgiler ve uygulamalar öğretiliyorsa, neden zorunlu?

AYM yukarıdaki çerçevede yürüttüğü incelemede önce bu dersin, “Anayasa’nın 24. maddesinin dördüncü fıkrasında dinler hakkında yansız ve tanıtıcı bilgiler vermek ve ahlaki değerleri benimsetmek amacıyla zorunlu olması öngörülen din kültürü ve ahlak öğretimi içeriğine kavuşturulamadığı” sonucuna ulaştı.

İkinci olarak AYM, öğretilen bilgilerin Anayasa 24. maddesindeki bir sonraki cümlede düzenlenen “kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlı” olarak yapılması gereken din eğitimi ve öğretimi niteliğinde olduğu sonucuna vardı. Bu durumda bu dersi çocuklarına aldırmak istemeyen ebeveynler için muafiyet sağlanması gerekmekte. Bu yapılmadığı için AYM, ebeveynin eğitim ve öğretimde dini ve felsefi inançlarına saygı gösterilmesi hakkının ihlal edildiğine karar verdi.

Şimdi, AYM’nin bu kararının, AİHM’in Alevi çocuklarına zorunlu din dersi verilmesi konusunda verdiği iki kararla, Hasan ve Eylem Zengin/ Türkiye (9.10.2007) ve Mansur Yalçın ve diğerleri/ Türkiye (16.9.2014) kararlarıyla ne denli uyum içinde olduğu ve zorunlu din dersinin yarattığı soruna çözüm getirip getirmediğine bakmak gerekir.

Zengin ve Yalçın kararlarındaki ilkeler, AİHM’in aynı konuya ilişkin Kjeldsen, Busk Madsen ve Pedersen/ Danimarka (1976) ve Folgero ve Diğerleri/ Norveç (2007) kararlarında mevcuttur. Dolayısıyla AİHM’in bu konuda yerleşmiş bir içtihadından söz etmek olanağı var.

Zengin davasında AİHM’in incelemesi iki aşamadan oluşuyor. Birinci aşamada AİHM, DKAB dersinde bilgilerin nesnel, çoğulcu bir biçimde verilip verilmediğini, çocukta eleştirel bir düşünce yapısı oluşturma amacına yönelik yönelmediğini inceledi.

Başka bir deyişle, DKAB dersinin endoktrinasyon yani beyin yıkama amacı güdüp gütmediğine baktı. Bu kriterler, AİHM’in saptadığı ve eğitimin her alanı için geçerli olan kriterler. Yalçın kararında da açıkça belirtildiği gibi, çoğulcu ve nesnel bilgilerin verilmesi, zorunlu olan dersler için de geçerli. Bu aynı zamanda devletin dinler ve inançlar karşısında tarafsız olma yükümlülüğünün bir gereği.

 Bu incelemeyi yapmak için AİHM, Türkiye’den DKAB ders kitapları getirtti. Bunları büyük bir dikkatle inceledi. Bu inceleme sonucu, derste çocuklara belirli bir inanca ait dinsel törenler ve uygulamalara ilişkin bilgiler verildiği görüldü. Bunun üzerine AİHM, DKAB dersinin nesnel ve çoğulcu bir şekilde öğretilmediği sonucuna vardı.

İkinci aşamada AİHM, DKAB dersinde ebeveynlerin inançlarına saygı gösterilip gösterilmediğine baktı. Hükümet savunmasında, çocuklarını dersten muaf tutmak isteyen Alevi ailelerin bir dilekçeyle ilgili makamlara başvurabileceğini ileri sürmüştü. AİHM bu savunmayı kabul etmedi. Ebeveynlerin inançlarını açıklamak zorunda bırakılmalarının inanç özgürlüğü ile bağdaşmadığını, zaten bunun da kabul edilip edilmeyeceğinin belli olmadığını, bu nedenle ebeveynlerin inançlarına saygı gösterilmediğine hükmetti ve her iki davada da AİHM, eğitimle ilgili olarak 1.no’lu protokolün 2. Maddesinin ihlal edildiği sonucuna vardı.

AİHM’in her iki kararında da altını önemle çizdiği husus, Alevi çocuklarının evde öğrendikleriyle okulda öğrendikleri arasında çelişki olduğu ve bu çelişkinin önlenmesi gerektiği.

Mansur Yalçın kararında bu çelişkinin, din kitaplarının değiştirilmesi ve Alevilikle ilgili bilgilerin eklenmesi yoluyla giderilemeyeceği ve çelişkinin ancak Sünni İslam inancında olmayan ebeveynlerin çocuklarına DKAB derslerinden muafiyet tanınmasıyla ortadan kaldırılabileceği belirtiliyor.

AYM’nin kararıyla AİHM’in yukarda değinilen iki kararı arasında şu noktalarda uyumsuzluk var:

  1. AİHM dersin çoğulcu, nesnel bir biçimde öğretilip öğretilmediğini inceliyor. Bu kriterler her türlü dersi kapsıyor. Dersin bu kriterlere uygun öğretilmemesi hak ihlaline yol açıyor. AYM ise DKAB dersinin din kültürü öğretimini aşıp aşmadığına bakıyor. Ders nesnel, çoğulcu öğretilmediği için bu sınırı aşıyorsa bu hak ihlaline neden olmuyor. Bu durumda öğrenci muaf tutulabileceğinden, dersin çoğulcu ve nesnel bir biçimde öğretilip öğretilmediği önemli değil.
  2. AYM, DKAB dersinin zorunlu olması, muafiyet tanınmaması nedeniyle ihlal bulmuyor. Ebeveynlerin dinsel inançlarına saygı gösterilmediği için ihlal buluyor. Oysa AİHM kararlarında ihlal nedeni ebeveynlerin inançlarına saygı gösterilmemesi yanında, DKAB dersinin zorunlu olması, bunun sonucu çocuğun evde öğrendikleriyle okulda öğrendikleri arasındaki çelişki ve bunun önlem için dersten muafiyet tanınmaması.
  3. AYM kararıyla AİHM kararları sonuçları bakımından da farklı. AYM, ihlal bulduktan sonra, başvurucunun kızı artık üniversite öğrencisi olduğundan ve DKAB dersini almak durumunda kalmadığından ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılamaya gerek olmadığını belirtiyor, başvurucuya vekalet ücreti ve mahkeme harcı ödenmesiyle yetiniyor. Dolayısıyla AYM kararı, DKAB dersinin zorunlu olmasının, Sünni İslam inancına mensup olmayanların çocukları bakımından yarattığı soruna bir çözüm getirmiyor.

Oysa AİHM kararlarında, ihlale hükmettikten sonra çocuğunu DKAB derslerine sokmak istemeyenlere muafiyet tanınması öngörülüyor. Ayrıca her koşul altında derslerin çoğulcu, nesnel öğretilmesi isteniyor.

Aradaki uyumsuzluk, AİHM’in ihlale karar verdikten sonra kararın uygulamasının, hem ihlale son verecek bireysel önlemleri, hem de yeni ihlalleri önleyecek genel önlemleri kapsaması, buna karşılık AYM’nin yeni ihlalleri önletecek genel önlemler konusunda kendini yetkili görmemesinden kaynaklanıyor.

Nasıl ki AİHM kararlarının uygulanmasından sorumlu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, 2 Aralık 2021 toplantısında AİHM’in ihlal bulduğu Alevi davalarını ele aldı. Bu çerçevede Zengin ve Yalçın kararlarını görüştü. Toplantı sonrasında kabul edilen kararda, müfredatın AİHM’in kararlarında yer alan kaygıları ortadan kaldırmadığı ifade edildikten sonra ilgili makamlara “Türkiye eğitim sisteminde devletin farklı din ve inançlara karşı tarafsız olduğunun güvence altına alınması, çoğulculuk ve nesnellik ilkelerine saygı gösterilmesi ve Sünni İslam dışındaki inançlara mensup ebeveynlerin çocuklarının, ebeveynlerin dini ya da felsefi inançlarını açıklamak zorunda bırakılmaksızın dersten çekilme olanağının tanınması” konularında çağrı yapılmakta. Ayrıca kararda 2023 Mart ayında yapılacak toplantıda bu konunun ele alınması ve bir ilerleme kaydedilmediği takdirde, bir karar tasarısı hazırlanması için sekreteryaya talimat verilmesi öngörülmekte.

Bakanlar Komitesi’nin 2023 Mart toplantısında AYM kararı da değerlendirilecek.

Ancak yukarıdaki kıyaslamanın da gösterdiği gibi, AYM kararı olumlu bir adım olmakla birlikte, AİHM kararlarının gerisinde kalıyor. O nedenle, Bakanlar Komitesi’nin AİHM kararlarının uygulanması, DKAB dersinin zorunlu olmaktan çıkarılması için hükümete baskı yapmaya devam etmesi beklenmeli.

Bir ülkede çoğunluğun inancına ilişkin uygulamaların, ritüellerin o inanca mensup olmayanlara zorla öğretilmesi inanç özgürlüğünün de ihlaline yol açıyor. Sorun gerçekte demokratik bir toplum olup olmamak sorunu.

Rıza Türmen kimdir?

Türkiye’nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.

Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.

Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.

1985’de Singapur’a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.

1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları’nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.

1994’te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.

1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.

2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.

2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda görev yaptı.

2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen’e verildi.

İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı.

Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi’nin eş sözcülüğünü yapıyor.

Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24’te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Barış çağrısı ve Kürt sorunu

Her şeyin başında, bir güven ortamının yaratılmasına gereksinim var. Karşınızda oturan kişinin düşmanınız değil, farklı görüşlere sahip müzakere ortağınız olduğu anlayışının görüşmelere egemen olması gerekli

İnsan hakları gününüz kutlu olsun

İnsan haklarıyla demokrasi ve hukuk devleti arasında yakın bir bağlantı var. Türkiye, demokrasiden uzaklaştıkça, hukuk devleti rafa kaldırıldıkça, insan hakları ihlalleri de artıyor. Hukuk devleti güvencesinin olmaması insan haklarını da korumasız bırakıyor

Türkiye’nin demokratiksizleştirilmesi

Siyasal iktidarın demokrasiyle bağını kopararak giderek daha fazla otoriterleşme, daha fazla şiddete başvurma yolundaki yürüyüşü bu aşamada etkili bir toplumsal direnişle durdurulamazsa, Türkiye’nin demokratiksizleşmesinin geri dönülmesi olanaksız bir noktaya ulaşması kaçınılmaz olacak

"
"