En büyük balık ise 19 Ocak’ta geldi. Zafer Partisi Başkanı Ümit Özdağ, Antalya’da yaptığı bir konuşma nedeniyle önce gözaltına alındı, sonra tutuklandı. Önce Cumhurbaşkanı’na hakaretten göz altına alındı. Sonradan suçun niteliği değişti. Halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçundan (TCK md.216) tutuklandı. Halkın belirli bir kesiminin görüşlerini temsil eden bir siyasal partinin başkanının tutuklanması siyasal sonuçlar doğurabilecek nitelikte bir davranış. Hele tutuklama nedenlerinin hukuka uygunluğu kuşkuluysa bu büsbütün böyle.
Ümit Özdağ’ın Antalya’da yaptığı konuşma AKP Başkanı da olan Cumhurbaşkanı’nı eleştiri niteliğinde. Sn. Özdağ konuşmasında Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’ye zarar verdiğini, milyonlarca sığınmacıyı Anadolu’ya sokarak Türk milletinin kültürünü tahrip ettiğini, Erdoğan döneminde ateist ve deist olmanın arttığını ileri sürüyor.
Sn. Özdağ’ın bu sözlerinde suç unsuru nerede? Anayasa’nın 24. ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesinde düzenlenen inanç özgürlüğü herkese istediğine inanma ya da inanmama özgürlüğünü tanır. İnanma ya da inanmama bireylerin iç dünyalarına ait bir konudur. Sn. Özdağ’ın bu temel hak ve özgürlüğü siyasallaştırması doğru değildir. Ama bundan halkı tahrik ettiği sonucu çıkmaz.
AİHM’e göre tutuklamanın, Sözleşme’nin “makul kuşku” kriterine uygun olması, halkı kin ve düşmanlığa tahrikin gerçekleşmesi için uygulamaya dönüşmesi gerekiyor. (Demirtaş kararı paragraf 317). Zaten TCK md. 216 da açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkmasından söz ediyor. Sn. Özdağ’ın Antalya konuşmasının böyle bir sonuç doğurduğu söylenemez. Konuşmadan sonra halk sokaklara dökülüp başka bir kesime mi saldırdı? Kayseri olaylarında ise, Suriyeli sığınmacıların bir kızı rahatsız ettiği söylentisinin çıkması üzerine Suriyelilerin dükkanlarının taşlanması konusunda Sn. Özdağ’ın tweetleri olayı başlatan değil, olaylar çıktıktan sonra yatıştırmaya yönelik tweetler. O nedenle “halkı tahrik” suçu gerçekleşmemiştir.
Bütün bunlar bir yana, bir siyasetçiyi, hele bir siyasal parti başkanını söylediği sözlerden dolayı tutuklamak, açık bir biçimde şiddete teşvik olmadığı sürece orantılılık ölçütüne uygun değil. Tutuklamanın siyasal nedenlerden kaynaklandığı, yasanın sınırlarının zorlanmasından da anlaşılıyor.
Sn. Özdağ’ın tutukluluğuna ilişkin şikâyet, AYM’den bir sonuç alınamaması üzerine AİHM’e gelirse, tutuklamanın hukuka uygun olmadığı (Sözleşme’nin 5/1 maddesi), Sn. Özdağ’ın ifade özgürlüğünün ihlal edildiği (md.10), tutuklamanın siyasal nedenlerden kaynaklandığı (18. Madde ile 5/1 madde birlikte) yolunda bir karar çıkması beklenmeli.
Bütün bu hukuksal tartışma, hukuk devletinin geçerli olduğu, devletin insan haklarına saygı gösterdiği bir ülke için geçerli. Yargının bağımsız olmadığı, AİHM ya da AYM kararlarının uygulanmadığı, iktidarın insanların temel hak ve özgürlüklerini pervasızca ihlal ettiği bir ülkede yukarda belirtilen hukuki görüşler hiçbir anlam taşımamakta.
Baskı ve hukuksuzluk öylesine yaygınlaştı ki, bir hukuksuzlukla ilgili yazı bitmeden başka bir hukuksuzluk çıkıyor. Bu kere de şöyle oldu: Ümit Özdağ’ın tutuklanmasıyla ilgili yazıyı bitirmeden Ayşe Barım gözaltına alındı. Gezi olaylarına karışıp hükümeti devirmeye çalıştığı için. Osman Kavala ile başlayan Gezi’nin kriminalize edilmesinin sonuçları hâlâ sürüyor. Aradan 12 yıl geçmiş, hükümeti devirmek gibi ağır bir suç söz konusuysa “12 yıl neredeydiniz?” diye sormazlar mı? Gezi’ye milyonlarca kişi katıldı. Bunların içinden susturmak istediklerinizi, başka bir suç bulamayınca “Gezi’ye katıldın, hükümeti devirmeye teşebbüs ettin” suçlamasıyla tutuklamak, sonra da yaşam boyu müebbet hapse mahkum etmek, yargının bağımsız olmadığı bir ülkede çok kolay. Ayşe Barım’a atılan suçlar ve kanıt olarak gösterilen olaylar Kavala iddianamesinde yer alanlardan farklı değil. Kanıt olarak gösterilen bu olaylar AİHM tarafından incelendi ve AİHM bunların tutuklama için gereken makul kuşku bakımından yeterli olmadığına sonucuna vardı.
İfade özgürlüğü demokrasinin ve tüm diğer özgürlüklerin temeli. Eleştiri, protesto bu özgürlüğün ayrılmaz bir parçası. Gerçeğin ortaya çıkması da ancak ifade özgürlüğünün var olduğu demokratik rejimlerde olanaklı. İfade özgürlüğünün bulunmadığı rejimlerde halka sunulan iktidarın kendi gerçeği. İfade özgürlüğünü ve eleştiri hakkını ortadan kaldırdığınız zaman geriye sorgusuz sualsiz itaat edilen despotik bir rejim kalır. Topluma korku egemen olur. Korku bir toplumu denetlemenin en etkili yoludur. Bu tür rejimlerde iktidar halka ekonomik refah ve iç ve dış düşmanlara karşı güvenlik vaat eder. Bu hedeflere demokratik yollardan ulaşılıp ulaşılamaması ise önemli değildir. Korku bir yandan, ekonomi ve güvenlik kaygıları öbür yandan, toplumu depolitize eder. İnsanlar, liderin iradesine boyun eğmeye kabul ederler. Halkın rızası böyle alınır.
İfade özgürlüğünün bulunmadığı toplumlarda, insanların düşünmeleri, eleştirmeleri kabul edilemez. Lider herkes için düşünür. Neyin doğru olduğuna o karar verir. Lider kendini halkın vücut bulmuş hali olarak görür. Halka, lider olmazsa ülkenin parçalanacağı, düşmanlar tarafından yok edileceği pompalanır.
Türkiye giderek böyle bir ülkeye dönüşmekte. Lidere karşı en ufak eleştiriye tahammül edilemiyor. Lideri hedef almayan eleştiri ise halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu oluyor. Düşünün ki, Sn. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasından sonraki 2015-2019 yılları arasında Cumhurbaşkanına hakaret suçu sayısı Sn. Erdoğan’ın başbakanlık dönemine kıyasla 16 kat artmış, soruşturma sayısı 142 bin 623, dava sayısı 29 bin 488’e ulaşmış.
Türkiye fiili bir istisna hali, olağanüstü hâl rejimi yaşamakta. Bu geçici değil, sürekli. Carl Schmitt’in de belirttiği gibi, istisna halinde hukuk liderin iki dudağı arasındadır. Hukuk askıya alınmıştır. Lider hukuka hâkim olabilmek için hukukun dışında durur. İktidarın hukuku muhalefete dayatılır. Ancak iktidarın kendisi hukuktan muaftır.
Böyle bir istisna hali rejiminde yaşadığımızı ve bu rejimde hukukun, hukuk dışı bir rol oynadığını bilirsek, Ümit Özdağ’ın, Ayşe Barım’ın ya da Gezicilerin başına gelenleri daha iyi anlayabiliriz.
İfade özgürlüğü demokrasinin barometresidir.
Demokrasiyle yönetilen ülkelerde siyasal iktidarlar, ifade özgürlüğünü, bunlar şok edici, incitici, eleştirel ifadeler olsa bile korur. Kendi kendini sınırlar. Demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerde ise ifade özgürlüğü yasaklanır, baskılanır. Bu ülkelerde iktidarı asıl korkutan gerçeğin ortaya çıkmasıdır. İfade üzerindeki baskıların nedeni bunu önlemektir.
O nedenle otoriter bir yönetime karşı yürütülen bir demokrasi mücadelesinin en önemli unsuru, gerçeği söylemek cesaretine sahip olan insanların bulunması ve gerçeğin örgütlü bir biçimde yüksek sesle halka duyurulmasıdır.
Rıza Türmen kimdir?
Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.
Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.
Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.
1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.
1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.
1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.
1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.
2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.
2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı.
2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi.
İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları", "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" ve "Bir AİHM Yargıcının Not Defteri" adlı üç kitabı yayımlandı.
Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor.
Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.
|