25 Nisan 2021

Neden ölüyoruz?

Türkiye'nin en eğitilmiş insan gücü olan sağlık çalışanları istedikleri kadar canla başla çalışsınlar, başkalarının canını kurtarmak için kendi canlarını versinler, salgını önlemek, yaşam hakkını korumak iktidarın sorumluluğu

Bugün 354 kişi virüse yenik düştü. Aramızdan ayrıldı. Yarın bu sayı daha büyük olacak. Sürüler halinde ölüyoruz. Hastaneler, yoğun bakım üniteleri dolu. Yoğun bakımda çalışan sağlık personeli güçlerinin sonunda. Dünyada en çok insanın öldüğü ülkelerden biri Türkiye. Durum böyleyken bizi yönetenlerin virüsle mücadelede ne denli başarılı olduğumuzu anlatmaları hala ölmeyenleri öfkelendiriyor.

Ölümleri hep birlikte seyrediyoruz. Devlet de seyrediyor. Ölenler Sağlık Bakanlığı'nın günlük istatistik rakamları oluyor. Oysa insan yaşamı bu dünyadaki en değerli şey. Başka hiçbir şey aynı değerde değil. O nedenle devletin varlık nedeni her şeyden önce insan yaşamını korumak. Bunun için gereken önlemleri almak.

Türkiye'de toplumun kırılganlığı virüs nedeniyle son derece artmış durumda. Bir yandan giderek daha bulaşıcı nitelik kazanan virüs ve artan ölümler, öbür yandan işsizlik, işten çıkarılmalar, yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkûm edilenler, evine ekmek götüremeyenler.

Bütün bunların yanında, bu duruma itiraz edenlere karşı devletin keyfi şiddete başvurması, yargının bir baskı, cezalandırma aracı olarak kullanılması, hukuk devletinin olmadığı bir ülkede hiç kimsenin hiçbir güvencesinin olmaması toplumsal kırılganlığı arttıran başka bir etken. Devletin hakikat olarak kabul ettiği ve topluma kabul ettirmeye çalıştığı şeylere muhalefet etmek, hakikati söylemeye çalışmak da yasaklanmış durumda.

Toplumsal kırılganlığın böylesine arttığı bir ortamda insanların yaşamları ya da ölümleri devletin vereceği kararlara bağlı. Türkiye'de devleti yöneten siyasal iktidarın şimdiye dek izlediği tutuma bakarsak, önceliğin insan yaşamı olmadığı açık. İktidar insan yaşamını korumak için gereken önlemleri almak bir yana, büyük kalabalıkları bir araya getiren parti kongreleri düzenlemek gibi, kendisi insan yaşamına tehdit oluşturan durumları yaratıyor. AKP'nin gövde gösterisi niteliğindeki, hiçbir önlemin alınmadığı parti kongreleri sonucunda kaç kişinin yaşamını yitirdiği biliniyor mu?

İşte paradoksal yanı, devletin keyfi politikaları nedeniyle yaşamları tehdit altına giren insanların, yaşama tutunmak için gene devleti son çare olarak görmeleri.

Pandemi döneminde devletin yaşatma ya da ölüme terk etme gücüne sahip olması, insan yaşamı üzerinden siyaset yapması, Foucault'nun biyo-politika teorisinin günümüzdeki uygulaması.

Pandeminin iyicene azgınlaştığı ülkemizde, köktenci önlemlerin alınması, toptan bir kapanmayı ve bu kapanma süresince maddi yardım yapılmasını zorunlu kılmakta. Bütün uzmanlar alarm zillerinin çaldığını, sağlık sisteminin çökebileceğini, ölümlerin artacağını söylüyorlar. Ancak iktidarın bu tür önlemlere başvurma niyetinde olmadığı anlaşılıyor. İktidar bakımından önemli olan ölümler değil, bir kapanmanın yol açacağı üretimdeki düşüş ve bu bunun doğuracağı ekonomik maliyet. Ölümlerin iktidarın belirli bir politikası sonucu olduğunu, başka türlü politikalarla ölü sayısının azaltılması olanağı bulunduğunu söylerseniz, savcıların harekete geçmesi olasılığı yüksek. O nedenle çaresiz kalan insanlar ölmeye devam ediyorlar.

Oysa hukuksal açıdan devletin yurttaşlarının yaşam hakkını koruma yükümlülüğü var. Yaşama yönelik bir tehdit varsa, bu tehdit salgın hastalık gibi devlet dışındaki etkenlerden kaynaklansa bile, devletin bu yükümlülüğü doğar. AİHM'in Osman/ İngiltere (1998) kararında belirttiği gibi yaşama yönelen bir tehdit varsa ve devlet bunu biliyor ya da bilecek durumda ise, tehdidi önlemek amacıyla gereken önlemleri almakla yükümlüdür. Devlet bu yükümlülüğünü yerine getirmezse, yaşam hakkını ihlal etmiş olur. Yani ölümlerden sorumlu olur.

Örneğin, Brincat/ Malta kararında (2014), AİHM, devletin tersane işçilerinin asbestos nedeniyle karşılaştıkları tehlikeyi bilmesine karşın önlem almakta gecikmesi nedeniyle yaşam hakkının ihlal edildiğine karar verdi.

Salgının bulaşıcılığının artmasıyla birlikte vaka ve ölüm sayılarında görülen büyük sıçrama karşısında, hafta sonu ya da akşam saatlerinde sokağa çıkma yasağı konulmasının yetersiz bir önlem olduğunu uzmanlar söylüyor. İnsanlar işe gitmek zorunda. İşe gitmek için kalabalık kamu taşıma araçlarına binmek zorunda. Böyle olunca da virüsü kapma riski çoğalıyor. Dolayısıyla, devlet herkes için geçerli bir kapanma kararı almadıkça ve bu karardan zarar görenlere maddi destek vermedikçe, çalışma zorunda olanlar daha çok ölme riskine maruz kalacaklar, virüsün yarattığı eşitsizlikler büyüyecek ve sınıfsal bir nitelik kazanacak.

Sağlık hakkı bir temel insan hakkı. Sağlık hakkının içinde herkesin eşit bir biçimde hastalıktan korunması, ilaca ve aşıya erişim hakkı, sağlık hizmetlerine erişim ve bu hizmetlerden eşit olarak yararlanma hakkı gibi unsurlar var. Korona döneminde Türkiye'de devlet, yurttaşlarının sağlık hakkını ihlal ediyor. İnsanlar hastalığa karşı eşit bir biçimde korunamıyor. Devletin önlemleri yetersiz kaldığı için hastaneler, yoğun bakım üniteleri dolu. O nedenle virüse yakalanan yurttaşlar sağlık hizmetlerine erişemiyor. Yeteri kadar aşı getirilemediği için yurttaşlar aşıya erişemiyor.

Bütün bu aksaklıkların nedeni devletin tam kapanmanın yaratacağı ekonomik sonuçları göğüsleyecek mali güce sahip olmaması. Ancak, devletin mali durumu, ne yaşam hakkını, ne de sağlık hakkını koruyacak önlemleri almamasını haklı göstermez. Devleti, sorumluluktan kurtarmaz. Ne var ki, devletin sorumluluğuna karar vermek için bağımsız bir yargının varlığı gerekir. Onu da Türkiye'de bulmak güç. O zaman sorun gene AİHM'e kalacak gibi görünmekte.

Kaldı ki AKP iktidarı bir tercih yapıyor. Devlet, pandemi döneminde iyice kıtlaşan kaynaklarını, Kanal İstanbul gibi gerekliliği tartışmalı, ekolojik, hukuki bakımlardan sakıncalı mega projelere harcamakta ısrar ediyor. Oysa bu kaynakları, pandemiyle mücadeleye ayırsa, virüse karşı aldığı palyatif önlemler yerine daha etkili önlemler alabilecek ve bu önlemlerin doğuracağı olumsuz ekonomik ve toplumsal sonuçları dengeleyebilecek. Ve bütün bunların sonunda daha az insanın ölümüyle, daha kısa bir sürede pandemi felaketini atlatabileceğiz.

Bunu yapan devletler var. İngiltere, İtalya, İspanya, Almanya virüse karşı çok daha etkili önlemler aldıklarından bugün salgın bu ülkelerde inişe geçti. Birinci dalgada Türkiye'de ölüm ve vaka sayıları bu Avrupa ülkelerinden daha düşükken, bugün nasıl oluyor da İngiltere'de gündelik vaka sayısı 2 bin civarında, Türkiye'de ise 50 bini aşmış durumda, gündelik ölüm sayısı İngiltere'de 60'a düşerken, Türkiye'de 354'e çıktı? Bu soruyu sormak ve yanıtını doğru  vermek zorundayız. İktidar, "vatandaş önlemlere uymadı" deyip sorumluluktan sıyrılamaz. Hangi önlemlere? Önlemler ne ölçüde etkili? Yeteri kadar aşı var mı? Hızlı bir aşılama kampanyası yürütüldü mü?

Türkiye'nin en eğitilmiş insan gücü olan sağlık çalışanları istedikleri kadar canla başla çalışsınlar, başkalarının canını kurtarmak için kendi canlarını versinler, salgını önlemek, yaşam hakkını korumak iktidarın sorumluluğu. İktidarın sorumluluğunu yerine getirmesi ise her şeyden önce insan yaşamına verilen değerden geçiyor.

Toplum olarak "biz gerçekten neden ölüyoruz?" sorusunu sormamızın zamanı geldi.

Yazarın Diğer Yazıları

Umut hakkı ve AİHM kararlarının uygulanması

Umut hakkının ya da şartlı salıverme hakkının bu iki kişiye tanınması kararların uygulanması bakımından hiçbir anlam taşımaz. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş kararlarının uygulanması için ikisinin de derhal serbest bırakılması gerekir

Tayfun Kahraman’ın kelepçeleri

Jandarma görevlilerinin Tayfun Kahraman’a yaptıkları muamelelerin bir insan hakkı ihlali ve TCK’de yazılı bir suç olduğu kuşkusuz. Etkili bir soruşturma yürütülürse, görevlilerin yargı önüne çıkarılması ve cezalandırılması gerekir

Ne yapmalı?

Seçenekler çok açık: Ya susacağız, iktidarın baskıcı gücüne boyun eğip sessiz bir toplum olacağız, iktidarın gerçekleriyle yaşayacağız, ya da bir demokrasi mücadelesi vereceğiz. Gerçekleri söyleme cesaretini göstereceğiz. Bu iktidara gerçeklerin, özgürlüklerin silahıyla karşı çıkacağız. Bu demokrasi mücadelesi sırasında aynı zamanda yeni bir Türkiye'nin, yeni bir demokrasinin yol taşlarını döşeyeceğiz

"
"