İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 11.si düzenlenen İstanbul Bienali, geçen haftanın sanat gündemine damgasını vurdu. Ama ne gelen sanatçılar, ne izleyici karşısına çıkan işler yazıldı. Bienal bienal olalı böyle debdebe görmedi!
Voavvv beee...
Bu yılki bienal WOW adlı Hırvat grubun küratörlüğünde Alman oyun yazarı ve göstermeci tiyatronun kuramcısı Bertolt Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sının kapanış şarkısı “İnsan Neyle Yaşar?”dan yola çıkarak bu soruya cevap arayan bir kavramsal çerçeveye oturuluyor. İnsanı eksen alan uçsuz bucaksız bir alan... Kavram oldukça zengin olmakla birlikte iş çerçeveyi tanımlamaya geldiğinde orada duruveriyoruz. Bienalde yer alan işleri incelemeye başladığımızda bu temanın odak noktasına mı dokunduğuna yoksa temanın sanatçının odak noktasına mı çekildiğine karar vereceğiz.
Selden sonra polemikler de diz boyu
Bu yılki bienal bir dolu polemiği de beraberinde getirdi. Bu polemikleri ağırlıklı olarak internet haberlerinden takip edebiliyoruz. Zira ulusal basının bu konulara dikkat çeken bir yaklaşımı olduğunu söylemek pek mümkün değil. Basında çıkan haberlerin sadece İKSV’nin basın bülteninden alıntılarla doldurulduğunu, sanat muhabirlerinin bile yorumlarını katmak için bir çaba göstermediğini gözlemliyoruz.
Şimdiye kadar sponsorsuz olarak hayatını sürdüren bienale 2016 yılına kadar Koç grubunun sponsor olması, çağdaş sanatın ve genç sanatçıların burjuvanın kolları arasında kendini özgürce ifade edemeyeceği, gelişip büyüyemeyeceği kuşkusunu doğurdu. Şirketlerin kültür ve sanat yaşamına desteklerini arttırmaları hepimizin takdirle karşılayacağı bir yaklaşım. Bunu kurumsal itibarlarını arttırmaya, müşterileri gözünde algılarını yükseltmeye, tüketicileriyle duygusal bağ kurabilecek alanlar yaratmaya yönelik yaptıklarını da aklımızdan çıkarmamamız gerek. Sponsorluk ama, şirket sanatın bağımsızlığına müdahale etmediği, verilen desteğin üç katı, bu desteğin reklamı için harcanmadığı sürece.
İKSV’nin reddedilen işlerle ilgili başvuru sahiplerine hiçbir geribildirimde bulunmaması, bağımsız bireysel sanatçılar ve gruplar tarafından bienalin şeffaflığına yakıştırılmadı. Seçilen işlerle ilgili de kriterlerin ne olduğu, küratörler dışında devreye giren insiyatiflerin ne derece etkili olduğu belli değil.
İnsan Böyle Kusar!
Kavramsal çerçevenin ilham alındığı Brecht felsefesinin ‘eleştirel düşünme’ ve ‘herşeye rağmen bağımsız olma’ kavramlarına dayanması, ister istemez bienalin oluşumuna, kurgulanışına ve sunumuna da eleştirel bakışı haklı kılıyor. Direnistanbul platformu da bienale yönelik eleştirilerini farklı söylemler ve etkinliklerle dile getirdi. “Sizi direniş ve hayal gücünün isyanına çağırıyoruz! Kurumsal mekanları terk edin ve işlerinizi özgür bırakın! Üretimi dört duvar arasında değil, sokaklarda, meydanlarda, direniş haftasında, hep beraber gerçekleştirelim! Yaratıcılık, sponsorlara değil hepimize aittir” çağrısı içerdiği güçlü ve ayakları yere basan mesaja rağmen yeterince ses getiremedi. Ama Direnistanbul’un “İnsan Böyle Kusar” başlıklı BEĞENAL afişiyle yaptığı göndermeye bayıldım.
Samimi Olmadan Asla
Küratörlerin ve sponsor firma üst yönetiminin protestocuları kucaklayan mesajları bana pek de inanılır gelmedi. Bu protestoların geleceği bekleniyor ve kavramsal çerçeveye atıfla isteniyor (!) ise açılışından iletişimine kadar bienalin tüm kurgusu bağımsız sanatçıların da bir şekilde kucaklanması temeline dayanmalıydı.
Sanatın halka ulaşması için etki alanı en geniş mecra olan televizyonu kullanarak sanat programlarını desteklemek, showroom ve mağaza kurmanın yanısıra kültür merkezi veya salonlar açmak, sosyal proje ve sponsorlukların dar bütçelerden çıkarılıp, sanatın başlı başına bir sektör olduğunun bilincine varmak... Gerçek samimiyet, bu yollara baş koyulduğunda ortaya çıkacak.
Bu bienalin halkı kucaklaması nasıl beklenir ki?
İstanbul bienali ne yazık ki Anadolu yakasını yine unuttu. İstanbul’un yarısına yakınını barındıran Anadolu yakasının, Bağdat Caddesi boyunca elektrik direklerine asılan afişlerle haberdar edildiği, insanların mekansal ve duygusal bağ kuramadığı bienal, Batılı sanatçıların gözdesi Mardin ve Diyarbakır’a giderek bu ihmali için günah mı çıkarıyor?
Ne bienale katılan bir sanatçıyı görebildik gazete sayfalarında ne de ürettiği eserin nedenini, niçinini irdeleyebildik. Ne sanatçının yaşam felsefesini merak ediyoruz ne de birikimini.
İnsan neyle yaşar diye soran Brecht’e ne verecek cevabımız var ne de bunu düşünecek ince zeka.
Bienal Kuşları
11.Bienal, İstanbul’a Formula 1 haftasına benzer bir hareketlilik yaşattı desek yanlış olmaz. Bienali’i vesile ederek cemiyet hayatına davet vermek de bu yılın modası oldu.
Bienal mekanlarının yerini bilmemek bir yana kapısından bakmaya çekinecek seçkinler, bienal saçılış partilerinin davetlileri arasındaydı. Ne de olsa Evropa’da böyle yapılmıyor mu? Namımız yürüsün yeter.
Oysa bir somun ekmeğin dağıtıldığı, paylaşıldığı bir açılış hayal ederdim. Halkın ekmeğine halkın ortak olduğu... Bu daha çok yakışmaz mıydı kavramsal çerçeveye; insan paylaşarak yaşar.
Bienal bize bir kez daha gösterdi ki; kültür sanat muhabirliği magazinciliğe özenip, mekan kapılarında korumalara yalakalık yaparak itilip kakılmamayı övünç saymaktan, içeri alınmadığı partinin davetlilerinin fotoğrafını çekerek alt yazı yazmaktan ibaret değil. Hele ki ‘life style’ köşe yazarlığının da nerelere davet edildiğini, ne yiyip ne içtiğini, kimlerle döt tokuşturduğunu ve renkli yazacağım, çok okunacağım derdiyle tokuşturduğu o dötü yırtma pahasına yazmaktan ibaret olmadığı da malumumuz.
Peki, Sanat Neyle Yaşar?
Bu ihtişam ve saltanat kendi kendini tüketip bitirdiği, sanat baronları koltuktan kaykıldığı zaman, sanat gerçekten ait olduğu yerde yeniden doğacak. Tüm bağımsız sanat yaratıcıların bu doğumda rolleri olacak