İKSV tarafından düzenlenen ve “İnsan Neyle Yaşar” kavramsal çerçevesinde yapılan işlerden oluşan 11. Uluslararası İstanbul Bienali bu hafta sonu sona eriyor.
Sanatseverlerde bienal hakkında önyargı oluşturmamak ve ilgiyi azaltmamak için düşüncelerimi bitmesine yakın kaleme almanın daha doğru olduğunu düşündüm.
Öncelikle, sergi için düşünülen özellikle Park Otel ve Haydarpaşa Garı’nın da arasında bulunduğu bazı mekanların bürokratik, mali veya güvenlikle ilgili nedenlerle kullanılamaması baştan bienalin ruhunu yaralıyor. Bienale bu mekanlar konusunda destek vermeyip bin dereden su getirenlerin bienal organizatörleri tarafından deşifre edilmesini şeffaflık prensibi doğrultusunda gerekli görüyorum.
Sergilenen işlerden iyi bulduklarım da oldu bienale davet edilme kıstasının ne olduğunu sorguladıklarım da. Bir eleştirmen olarak kimi değerlendirmelerimi paylaşmanın zamanıdır.
Vyacheslav Akhunov’un 2007 yılı enstalasyonu “1 m2”, kibrit kutuları içine yerleştirdiği 1976-1991 arası döneme ait reprodüksiyonları, çizim, desen ve yazılarıyla komünist sisteme ilişkin hatırlatmalar ve kibritin nesne olarak günlük hayatımız içindeki değersizliği üzerinden göndermelerle akılda kalıcı bir işti. Sineklik Devrimi de çizim uygulamasındaki özensizliğe rağmen paralel bir duruş sergiliyor.
Nevin Aladağ’ın “Şehir Sesi I, II ve III” çalışması, görsel işitsel bütünlüğü farklı ve estetik bir bakış açısıyla yakalamasıyla dikkat çekiciydi. İstanbul’u görüntüsü, gürültüsü, ince ayrıntılarıyla fon kabul eden Şehir Sesi, izleyiciyi yaşadığı kenti yeniden duyumsamaya çağırıyor.
1997’de Arjantin’de kurulan Etcétera’nın sergi alanına yerleştirdiği “Erörist Kabare”si bienalin kavramsal çerçevesiyle tam bir bütünlük halindeydi. Grubun varoluş nedeninin de askeri diktatörlüğe, faşizme, kapitalist sisteme karşı bir duruşa dayanması, işin ne derece gerçekçi, sürdürülebilir ve odaklı bir düşünce ve üretim sisteminin eseri olduğunu kanıtlıyor. Erörist Enternasyonel’in söylemine sahip çıkarak ‘Hepimiz Eröristiz’ diyebilmek ve düşünsel bağlamda birliktelik sürerken o kabarede masalardan birine ilişerek eylemin bir parçası olmak büyük keyifti.
Wafa Hourani’nin Batı Şeria’daki en büyük kontrol noktalarından biri olan “Kalendiye”nin adını taşıyan enstalasyonu aynı konulu önceki işlerinin bir devamı niteliğinde ve işgal altındaki şehrin gelişimindeki evreleri gerçekçi bir yaratımla gözler önüne seriyor. Hourani’nin çalışmayı yaratırken, neredeyse inşa ederken sosyolojik bakış açısını referans aldığı belli oluyor.
Michel Journiac, bienale bir öncü sanatçı olması dolayısıyla bir saygı için veya keyfi bir beğeninin tezahürü neticesinde davet edilmiş olsa da “Sıradan Bir Kadının Hayatında 24 Saat” adlı çalışması kavramsal çerçeveye zorlayarak oturtulabiliyor.
Aydan Murtezaoğlu ve Bülent Şangar’ın “İşsiz İşçiler” çalışması sözde temelinde toplumsal adaletin yenilgilerini ve azalışını sorgulamayı barındırıyor. Ancak bu çalışma çerçevesinde çalışmanın katılımcısı konumundaki işsiz üniversiteli gençlerin, bir mağazada veya bir fabrikadaymışçasına giysi katlamak, parfüm denetmek gibi anlamlandırılmayan edimler içinde olmaları gerekirken; birbirleriyle laflamaları, bir köşeye çekilip cep telefonlarıyla görüşmeleri, sanatçının eserini takip etmesi, eserinin yaşayan bir sistem olduğunu unutmaması gerektiğini hatırlatıyor.
Lidia Blinova’nın “El Süsleri” temaya ilişkin ipuçları vermeyen bir çalışma olarak kalıyor.
İnci Furni’nin küçük boyutlu pamuklu kumaş üzerine resmettiği figürler ve desenler, Türkiye’de toplumsal cinsiyete göndermeleri, din ve devlet ikonlarını, politik söylemleri konu edinse de yenilikçi bir arayıştan ve titiz bir uygulamadan iz taşımıyor.
Sharon Hayes’ın mekan olarak İstiklal Caddesi’ni kullandığı ve sosyal baskı, kimlik arayışı ve protest bir duruş algısı yaratan “Seni Sevdiğimi Bilmiyordum” başlıklı video enstalasyonu aktivist bir metnin okunmasından ibaret olduğundan ilgi çekici gelmedi.
Erkan Özgen’in işi tam da Brecht’in sanat felsefesine yakışacak ve bienalin kavramsal çerçevesi içinde yer bulacak biçimde sanatı politik bir söylemin aracı yapma gayesinde olsa da bunu uygularken izlediği klişeler dizgesi çalışmayı benim gözümde değersiz kılıyor. “Köken” adlı video çalışmasında bir grup kaçak Afrikalı göçmene bir parkta yürürken “Ne Mutlu Türküm Diyene” dedirterek ironi yaratmaya çalışacağına onlara “Ne Mutlu Afrikalıyım Diyene” veya “Ne Mutlu Kürdüm Diyene” dedirtseydi.
Société Réaliste “Mimarlık Bakanlığı” çalışmasında, Avrupa ve Ortadoğu’ya odaklanan bölge haritası üzerinde Trabzon, Rize, Kars ve Van’ın coğrafi lokasyonlarıyla oynayıp Ermenistan egemenliğinde bir konumlandırma yaparak ezber bozmaya çalışıyor ve bunu broşürde tanımlandığı üzere “bölgesel ergonomi, deneysel ekonomi, siyasi tasarım ve karşı-strateji gibi alanlarda araştırma ve ekonomi projelerinin geliştirilmesi” çerçevesine dayandırıyorsa da altında yatan ideolojik bakış açısı çok net görülüyor.
Bienalin küratörleri What, How and For Whom (WHW) grubu, İstanbul’da bienal düzenlerken hangi değerlere dokunarak Türkiye’nin yaralarına gönderme yapacaklarını, kimlere mavi boncuk dağıtacaklarını ve hangi yoldan geçenlerin sırtlarını sıvazlayacaklarını iyi ezberlemişler gözlemlediğim kadarıyla.