Sevgili sen,
Bu mektubu sana bir denizin kıyısından yazıyorum. Dalga seslerinin kayalara usulca vurduğu bu sabah, aniden uyanıp seni düşündüm. Seni düşünmek, kendimi de düşünmek anlamına gelirdi. Sen ile ben; aslında toplumsal hayatın iki katmanıyız; ne kadar farklı görünsek bile birbirimizi tamamlıyoruz.
Sabah denizin billurluğuna bakarken, Ernest Gellner’in “Milliyetçiliğe Bakmak” kitabında “günlük hayatımız siyaset dilimizin de yansımasıydı” dediğini hatırladım. Kendi hayatımı tanımlarken, bu siyasi dil, kendi kimliğimin içine sindi. Bir yandan toplumda belirlenen rollerin var çünkü, diğer yandan da sana atfedilen roller var. Çoğu sana zorunlu olarak dayatılmış – ki kendi hayatını da buradan kurmak durumunda kalmışsın. Çoğu kural seni her şeyi kabul etmeye ve normalleştirmeye alıştırmış. Sen ile ben, kimsek ve ne isek; aynı yerdeyiz aslında.
Biliyor musun ikimizin de günlük hayatı, siyasetin diliyle her gün yeniden kuruluyor.
Rotasını “kana kan dişe diş” bir yaklaşıma koyan siyasetin “insanı” ve “insana dair olanı” temel almayan kimi zaman nobranlığa varan dili, çoğunlukla seni de beni de dilsizleştiriyor.
Artık bazı sözcükler seni de beni de kör ediyor. Barış kelimesi savaşı çağrıştırıyor uzunca bir zamandır. Zıtların bu amansız birlikteliği, “insana” ve “acıya” dair rotanın da kaybedilmesine neden oluyor.
Sana bu mektubu yazarken bu soruyu hem sana hem de kendime soruyorum: “40 yıldır barışa ulaşamayan bir toplumun bilinçaltı nasıl temize çıkar?”
Düşünüyorum, hepimizin bilinçaltında bir çatışma ihtimali var, yertsiz yurtsuz bırakılma, bir bombanın patlama duygusu var. Üzerine eklemlenen ve körleşen sözler var. Her gün kelimeler havada uçuşuyor; birkaç Mehmet, sınır ötesi hareket, düşen helikopterler, kurtarılmış bölgeler, cephe savaşı, patlayan bombalar, şehitler, dağda ölenler…
“Analar ağlamasın” diyerek kanın üzerine siyasetlerini daha da perçinleyenler var...
Üzerine her geçtiğimiz an bizleri soluksuz bırakmaya hazır bir baskı var, bilmem farkında mısın? Tutuklanan gazeteciler, öğrenciler, işlerine son verilerek işlevsiz bırakılmaya çalışılan “bağımsız” sayabileceğimiz gazeteciler…
CHP milletvekili Hüseyin Aygün’ün salıverilmesinden sonra, bir savaşın “ırkçı” taraflarının sesleri arasında gerçek barışın sesini kaybetmesi tehlikesi de var...
Siyasetin kirli dilinin insanı körleştirmesi, dillerin de sertleşmesine yol açmıyor mu? Düşündün mü hiç?
Tarafların keskinleşmesi ve yeniden hayata hiçbir şey olmamış gibi devam etmeye çalışması en hazin ve belki de en derin sorunlardan biri de bu.
Her gün gelen ölüm haberlerini doğal kabul edip haberlerinin sesini kısıp, başka bir kanala geçmeye çalışıp kendini korumaya alman, seni de beni de çözümün tarafı olmaktan uzaklaştırıyor… Taraf olmak istesek dahi, sesimizi duyacak birileri var mı?
Sen ile ben, türk, kürt, ermeni ya da alevi değiliz; içinde doğduğumuz topraklarda siyasetin diliyle şekillenmiş farklı bireyleriz; bir zaman aynılaşmaya ve ardından farklılaşmaya mahkûm bırakılmış.
Günlük siyasetin dili, seni de beni de, yaşamlarımızı belirlemekten de uzakta tutuyor. Rotalarımızı kaybettiriyor.
Rotam ne olmalı diye sorarsan… Bu vicdan kelimesinin muğlak anlamının ötesinde, senin de kendi yaşamına ve çocuklarına bırakacağın geleceğe dair bir karar.
Onu sen de ben de beraber düşünerek bulacağız. Bilinçaltlarımızda sakladığımız öfke baltalarını kaldırarak.
Çünkü bilir misin, hayatının nefesini kaybettiğin zaman, ölmeye bir adım daha yakınsın.
Bir güneşin doğuşunda, bir suya yansıyan güneş izini göremediğin gün, ölmeye bir adım daha yakınsın.