14 Eylül 2020

Murat Belge'nin bıraktığı yerden…

"Uçak piste iniyor demek yerine "Uçağın piste iniş yapmakta olduğunu söyleyebiliriz" demenin dili fakirleştirmekten ve rezil etmekten başka ne gibi bir artısı olduğunu "anlama yapmış!" değilim…

Murat’ın, "acziyet" sözcüğüne haklı tepkisini okuyunca uzun zamandır yazmaya niyetlendiğim "giriş yapmayın, iniş yapmayın, çıkış, biniş, yükseliş, alkış, heyecan yapmayın, dilin içine yapmayın!" yazısını ertelememeye karar verdim.

Ülkenin bunca önemli sorunu varken, bunca vahim olay gerçekleşirken, şimdi sırası değil, diye ertelediğim Türkçe katliamının son zamanlarda vardığı boyut, dil hassasiyeti olanların dayanabileceği sınırları aşıyor. Belli ki Murat "acziyet"i duyunca artık dayanamamış.

Hakkın, hukuğun, ahlakın, vicdanın, doğanın, insanın katledildiği bir ülkede dil de katliamdan payını alıyor. Üstelik bu hengâmede kimsenin de umurunda değil.

Cahilin lügat paralama hevesi

Yeni değil, epeyce zamandır kimi yazarlar, siyasetçiler, akademisyenler arasında lügat paralama hevesi yaygınlaştı. Uyduruk öztürkçe zorlamasına karşı tepki bir kesimde, özellikle de gençler arasında Arapça, Farsça kökenli Osmanlıca sözcükler kullanma eğilimini besledi. Birileri de, böyle alengirli sözcükler kullanınca entelektüel düzey kazanacaklarını, ciddiye alınacaklarını düşünüyor olmalılar.  

Ne var ki sözcüklerin kökenini, türetme kurallarını, hatta kullandıkları sözcüğün anlamını bilmeyen kimileri, cahil cesaretiyle öyle vahim, aynı zamanda da öyle gülünç hatalar yapıyorlar ki, dilimiz adına gülelim mi ağlayalım mı şaşırıyoruz. Mesela, genç bir yazar müdrir (idrar söktürücü) ile müdrik’i (kavrayan, idrak eden) karıştırmıştı yazısında ve çok komik bir anlam çıkıyordu. Yenilerde okuduğum bir yazıda ise keyfiyet (nitelik, bir şeyin nasıl olduğu) ile keyfîlik (isteğe uygun, yapanın arzusuna bağlı) birbiri yerine kullanılmıştı. Müsebbip’le (sebep olan) müsebbih (Allah’ı tenzih ve takdis), müstehzî ile müstevlî, mahtut ile mâhud karşılaştığım yanlış kullanımlardan bazıları.

Benzer onlarca örnek verilebilir. "Aklı selim (sağduyu)" sözcüğünün yanlış kullanımı ise neredeyse kural oldu. Aklı selim insan, aklı selim kişi, vb. deniyor. Oysa aklı selim bir sıfat değil isimdir. Aklı selim insan değil, aklı selim sahibi insan denir. Tıpkı sağduyu insan değil sağduyu sahibi insan denileceği gibi. Bir de aklıma gelen "resmigeçit" meselesi var. Arapça resm (tören) ile Türkçe geçit’ten türetilmiş bir sözcük. Yazılarda ama özellikle televizyonlarda, radyolarda, "i" uzatıla uzatıla resmî geçit olarak kullanılıyor.

Sözlü medyanın, özellikle televizyonların dil katliamı

Dil katliamının yaygınlaşmasının en önemli müsebbipleri televizyonlar. Görmek ve duymak birarada olunca (bir arada ile birarada’nın sadece yazım değil anlam farkına işaret etmeden geçmeyeyim) yanlış telaffuz ve yanlış anlam milyonların kulağına yerleşiyor. Bu konuda onlarca değil yüzlerce örnek verilebilir. Son örnek "vaka" sözcüğü. Vaka’nın her iki "a"sı da kısacık ve vurgulu söylenir. Oysa televizyon spikerlerinden konuklara kadar yaygın telaffuz birinci "a"nın uzatıldığı vâka deyişi. Bu konudaki en yaygın örnek ise "a"nın kısa telaffuz edilmesi gereken laik-laiklik’tir. Özellikle siyasetçilerin neredeyse tümü "a" yı uzata uzata lâiklik, der dururla.Tersi de geçerli: nemâ’nın "a" sını kısa söylemek, kâtil ile katil’i karıştırmak gibi…

Bu türden çok yaygın yanlış telaffuzun en önemli nedeni Türkçe yazımda seslilerin nasıl okunması gerektiğini belirten inceltme ve uzatmaların kaldırılmış olması. Türkçe yazıldığı gibi okunur dediğinizde ve bu işaretleri kaldırdığınızda yanlış telaffuza yol açmış olursunuz. Hala ile hâlâ, kar ile kâr, manâ ile mana, vb. üzerinde, sözcükleri hem yazımda hem de okumada birbirinden farklı kılan işaretler olmazsa ne komik ve de yanlış ifadelerin ortaya çıkacağını söylemeye bile gerek yok.

Benim kuşağım, çoğu Arapça, Farsça kökenli bu türden sözcüklerin doğru telaffuzunu ailelerinden, okullarda öğretmenlerinden ve zamanın sesli medyasından, radyolardan öğrenmişti. Sonraki kuşakların böyle bir imkânı olmadı. Dile önem verilmediğinden de kimse üzerinde fazla durmadı.

Yapmak, yapmak diyerek dilin içine yapanlar

Beni en fazla irkilten, her okuduğumda, her duyduğumda popoma raptiye batmış gibi yerimden fırlatan; artık her şeyi, her eylemi, her işi "yapmakta" olmamız. Son üç dört yıldır, belli bir eylemi ifade eden fiilin kullanımı unutuldu. İnilmiyor, iniş yapılıyor; girilmiyor, giriş yapılıyor; çıkılmıyor, çıkış yapılıyor. Heyecanlanmıyoruz, heyecan yapıyoruz; alkışlamıyoruz, alkış yapıyoruz. Geçenlerde bir programda, katılımcılardan biri keder yapıyordu. İyi Türkçesiyle dikkatimi çeken bir TV sunucusu "Borsa’da hisseler iniş yaptı" dediğinde umutsuzluk içinde televizyonu kapatmaktan başka çare bulamadım.

Bu "yapmak" hastalığı o kadar yaygın ki, bir ara, acaba televizyonlara yeni bir kural mı getirildi diye düşünmüştüm. Fiil varken neden her şeyi yaptığımıza hâlâ da anlam verebilmiş değilim. "Uçak piste iniyor demek yerine "Uçağın piste iniş yapmakta olduğunu söyleyebiliriz" demenin dili fakirleştirmekten ve rezil etmekten başka ne gibi bir artısı olduğunu "anlama yapmış!" değilim…

Türkçe, fiillerin bol olduğu bir dil. Kural: dilde bir eylemin fiili varsa yapmak, olmak, etmek gibi yardımcı fiillerin kullanılmamasıdır. Bildiğim diğer yabancı dillerde de bu böyledir. Mesela koşarız, koşmak yapmayız. Koşmak’tan türeyen koşu bir isimdir, at koşusu yapılır, bu başka. Bir de yabancı dillerden gelen, Türkçede fiili bulunmayan ya da kaba veya ayıp sayıldığı için var olan fiil kullanılmayan eylemler/işler vardır. Duş yapmak, banyo yapmak, rejim yapmak, veya işemek yerine çişini yapmak, kaka yapmak gibi. Kısaca, bir dilin temel direklerinden olan fiiller, anlamlarını karşılayan sözcükler olduğu halde yapmak etmekle anlatılmaya başlayınca, o dil türeme-türetme zenginliğini yitirir, yoksullaşır, ilkelleşir. Eski Tarzan filmlerindeki "Ben var yürümek yapmak, sen var ağaca çıkmak yapmak" derekesine düşer.

Diller değişir, gelişir, zenginleşir ama…

Yanlış anlaşılmasın. Dilin kalıplaşmasından, donup kalmasından değil değişip gelişmesinden yanayım. Diller yeni sözcüklerle, yeni deyişlerle gelişir. Jargonlarla hatta argoyla da zenginleşir. Yukarda verdiğim -ve yüzlercesini verebileceğim- örnekler yazılı sözlü dilin bozulması, yoksullaşması, kısırlaşmasıyla ilgili. Fiilin mastarının sonuna eklenen her "yapmak" dili yoksullaştırıyor. Aynı şekilde her yanlış telaffuz dile bir darbe vuruyor. Kötü para nasıl iyi parayı kovarsa kötü telaffuz da doğru telaffuzu, dilin doğru kullanımını bozar.

Bunca sorun varken neden bu konuya taktığımı soracak olursanız, dil ve düşüncenin birliği; dilin düşünceyi, düşüncenin dili birebir etkilediği dil felsefesinin de bilimin de ortaya koyduğu bir gerçek. Dil kısırlaştıkça düşünce kısırlaşır, dil yoksullaştıkça, kavramlar ve fiiller/eylemler yapmak, etmek düzeyine indikçe düşünce ilkelleşir, dumura uğrar. Bilgisayar algoritmalarına indirgenmiş bir dil robotları idare edebilir ama insandan uzaklaşır. Dil’le birlikte edebiyat da, düşünce de, felsefe de geriler.

Her şeyin çürümekte, gerilemekte, mekanikleşmekte olduğu günümüz ortamında bari dilimize sıkı sıkıya yapışalım. Yoksullaşmasına, kurumasına, kısırlaşmasına, bozulmasına, işaret diline dönüşmesine karşı zenginleştirmeye, geliştirmeye, yanlış kullanımlardan ayıklamaya çalışalım.

Yazarın Diğer Yazıları

Romanını yazamadığım kahramanım Nazar

İnsan benim yaşıma gelip de birlikte yol yürüdüğü,  onlarla zenginleştiği dostlarını, arkadaşlarını yitirdiğinde sadece onların matemini tutmuyor, sadece onlara ağlamıyor. Her giden bizden bir parça koparıp gidiyor. Eksiliyoruz

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

"
"