Nazar Büyüm
Bugün, 30 Kasım. Nazar'la vedalaşacağız. O benim sadece arkadaşım, sadece kendi kuşağımdan yoldaşım, Aydın'ın yakın ve vefakâr dostu, başta cilt cilt AnaBritannica ansiklopedisi, onca yapıtın yayıncısı, 1970-2000 arasında yayım alanında, reklamcılık alanında önemli işlere imza atmış Nazar Büyüm değildi; aynı zamanda romanını yazamadığım roman kahramanımdı.
Bu da nereden çıktı şimdi demeyin. Son görüşmelerimizden birinde, ailesini ve arkadaşlarını ağırladığı Mavi Yolculuk teknesinde bitip tükenmeyen tartışmalarımız, hatta içkiyi fazla kaçırmışsak didişmelerimiz sırasında, "Bana bir anti-kahraman gerekiyordu son romanım için, şimdi buldum işte, o sensin" demiştim de korktuğum gibi kızıp alınmamıştı. Birlikte kadeh kaldırmış, gülmüştük.
Hatırlıyorum; aysız, laciverdî bir geceydi. Teknenin titreşen ışığında yüzüne bakmıştım: Dalıp gitmişti, gündüz neşe maskeli yüzüne gecenin hüznü sinmişti. O zaman, gerçekten de yazmak istemiştim O'nun hikâyesini; Nazar'ı Nazar yapan, kişiliğine damgasını vuran, başarılarının ve yenilgilerinin, umutlarının ve hayal kırıklıklarının, gücünün ve zaaflarının hikâyesini…
Kökü kökeni 1915'e, tehcire dayanan bir hikâye bu. Bu toprakların Ermenilerinin trajik kaderi. Bildiğim kadarıyla, ana babasını yitiren babası çocuk yaşta Kayseri Everek'te (şimdiki adı Develi) bir demirciye çırak giriyor. Nazar 1944'te Everek'te doğuyor. İlkokulu orada bitirip ortaöğrenim için İstanbul'a Surp Haç Ermeni Lisesi'ne yatılı gidiyor. Sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisi bölümü. Sonra zekası, yeteneği, kültürüyle kendi açtığı aydınlık bir yol.
Atalarının trajedisi, bir de azınlık -hele de Türkiye'de Ermeni- olmanın yüküdür Nazar'ın yüzündeki hüzün. Alınganlıklarının, duygusallığının, tutkularının, zaman zaman üsttenci, mütehakkim edasının, maddî- manevî zenginliklerini bazen insanı ezen aşırı bir bonkörlükle sunmasının, haksızlıklara karşı patlayan öfkesinin, mağdurlara karşı sevecenliğinin, ötekileştirmeye karşı hassasiyetinin kaynağı, yüzleşip hesaplaşamadığımız tarihimizin derinliklerindedir.
O, her şeyin en iyisini, en seçkinini, en güzelini severdi: Pastırmanın da, şampanyanın da, orkidenin de, bahçesinde yetiştirdiği çeşit çeşit çiçeklerin, sebzelerin de, evlerin, eşyaların, tabloların da. Ve tabii ki edebiyatın…
Ağırladığı dostları, arkadaşları ülkenin en önemli sanatçıları, yazarları, edebiyatçılarıydı. Ben onu yaşam biçimiyle Muhteşem Gatsby'ye benzetirdim. Ama o kökleri, ayakları emekçilerde, işçilerde, ezilenlerde olan biriydi. 1960'larda hepimizin içinden çıktığı Türkiye İşçi Partisi'yle girmişti sol harekete. Ruhu oradan hiç kopmadı. On yıllar sonra buruk bir özlemle, biraz da hüzünle hatırladığımız umut ve masumiyet günlerimiz…
Nazar; imzasını taşıyan işlerle yayıncılık, reklamcılık alanında dönemin unutulmaz figürlerinden, duayenlerindendi. Ama bütün başarılarına karşın onun aklı edebiyattaydı. Yazarlığının öne çıkmasını, yazarlığıyla iz bırakmayı isterdi. Son buluşmalarımızdan birinde yazdığı bir yazıyı kendisi okumakla yetinmeyip kızına, sevgili Ludmilla'ya -yoksa Milena mıydı?- okutmasını, başını önüne eğmiş biz dostlarından utangaçça onay beklemesini, beğendiğimizi anladığında yüzünün nasıl aydınlandığını hatırlıyorum. Reklam sektöründe, dönemin kültür, sanat, yayıncılık alanında kazandığı haklı ünün Nazar'a yetmediğini, edebiyatçı kimliğinin öne geçmesini istediğini düşünürüm hep.
Olağanüstü bir çevirmendi. İngilizceden Türkçeye çevirilerini okuyunca, metnin ruhunun bu kadar iyi bir Türkçe ile bu kadar derin yansıtılmasına hayranlık duyardım. Clair Huffaker'in 1967'de yayımlanmış Nobody Loves a Durunken Indian metnini Kimseler Sevmez Sarhoş bir Kızılderiliyi başlığıyla Türkçeye aktarmış, bana göndermişti. Bölge argosuyla yazılmış, çeviri açısından demir leblebi bir metindi. Öylesine güzel bir çeviriydi ki şaşırmış, heyecanlanmıştım. Yayınlatmayı nedense başaramadık. Kendisi de pek uğraşmadı; belki bıkkınlıktan, belki de artık anlamsız bulduğu için. Şimdi, arkadaşımın anısına bu işi görev edinmeyi düşünüyorum.
Nazar'ın kendi şiirleri ve şiir çevirileri vardı. Agos'taki yazıları Dönüp Baktığımda başlığı ile yayınlandı. T24'e de ara sıra yazardı. Hepsi okunmaya, üzerinde düşünmeye değer, duygu yüklü yazılar…
Bir insanı tanımak ne kadar güç, başkaları başka şekilde anlatır belki ama ben Nazar'ı böyle tanıdım, böyle sevdim. Romanını yazamadım ama o hep benim yazamadığım roman kahramanım olarak kaldı.
30 Kasım'da vedalaşacağız. Onu kaybettiğimizden bir gün önce arkadaşım, yoldaşım, serapa duygu, serapa aşk, serapa isyan, çok özel bir insan olan Hasan Gürkan'ın ölüm haberi geldi. Siyasî kimliğinin ötesinde o da yitirilmiş bir yazardı.
İnsan benim yaşıma gelip de birlikte yol yürüdüğü, onlarla zenginleştiği dostlarını, arkadaşlarını yitirdiğinde sadece onların matemini tutmuyor, sadece onlara ağlamıyor. Her giden bizden bir parça koparıp gidiyor. Eksiliyoruz.
Nazar da, Hasan da gitti. Şimdi daha az'ım, daha yalnızım.
Oya Baydar kimdir?
Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.
Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.
1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.
Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.
Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.
1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.
1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.
12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.
Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.
Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.
Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.
Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.
İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.
Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.
2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.
Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.
ESERLERİ
Roman
- Allah Çocukları Unuttu (1960) - Savaş Çağı Umut Çağı (1963) - Kedi Mektupları (1997) - Hiçbiryer'e Dönüş (1999) - Sıcak Külleri Kaldı (2000) - Erguvan Kapısı (2004) - Kayıp Söz (2007) - Çöplüğün Generali (2009) - O Muhteşem Hayatınız (2012) - Yolun Sonundaki Ev (2018) - Köpekli Çocuklar Gecesi (2019) - Yazarlarevi Cinayeti (2022)
Deneme
- Surönü Diyalogları (2016)
Öykü
- Elveda Alyoşa (1991) - Madrid'te Ölmek - Mırınalı Madride (2007)
Anlatı
- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) - Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk - Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018) - 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)
|