19 Haziran 2023

Melek Mosso ve Abdüllatif Şener üzerinden bir Türkiye okuması

Ülkenin ve milletin bekasına yönelik en büyük tehdit insanî- ahlaki değerlerin yitimi, toplumsal vicdanın kararması, insanın çürümesidir

Abdüllatif Şener ve Melek Mosso

Geçtiğimiz hafta boyunca Türkiye'de en çok tartıştığımız iki konu Melek Mosso ve Abdüllatif Şener vakaları oldu. Bu geyik muhabbeti kıvamındaki tartışmalar, değişim tantanasıyla hiç değişmediğini, değişemeyeceğini bir kez daha ortaya koyan CHP başta, sapır sapır dökülen Millet İttifakı partilerinde neler olup bittiği konusunu bile geride bıraktı.

Yıllardır, "Bu ülkenin insanı çürüdü, çürütüldü; insanî değerlerle birlikte toplumun vicdanı yok edildi, kötülük iyiyi kovdu," diye feryat ediyorum. Ekonomi, hukuksuzluk, hayatımızı karartan, şikayetçi olduğumuz her şey düzelebilir, yoluna girebilir ama insan malzemesi çürüdü mü, insani değerler yitirildi mi, ar hayâ duygusu kalmadı mı, tahribat birkaç nesilde bile kolay kolay onarılamaz, diyorum. Ömrümün son yıllarında ülkemden ve insandan umudu kesmekten acı duyuyorum, çünkü düzeltmeye çabalamak için artık ne gücüm ne de zamanım var. Bunun, benim kuşağımın ortak hayal kırıklığı, ortak acısı olduğunu da söyleyebilirim.

Kötücüllük virüsü ülkeyi istila ediyor

Covid'den daha beter, daha tehlikeli bir virüs ülkeyi ele geçirdi ve hızla yayılıyor. İnsanı manevî olarak çürüten bu virüsün etkisinden kurtulmayı; ahlaklı, vicdanlı, iyi kalmayı başaran, toplumsal sorumluluk yüklenen, ötekileştirmeyen, ayrım yapmadan bütün insanlara el uzatan pırıl pırıl insanlar var kuşkusuz. Son olarak büyük deprem sırasında onları görüp umut tazeledik. Üstelik küçük bir azınlık da değiller. Onların bünyeleri sağlam, kötücüllük virüsüne karşı bağışıklıkları var.

Bir başka -belki de en geniş- kesim ise, yaşamını tümüyle kendi sorunlarına, kendi küçük dünyasına gömülerek sürdürmeyi, üç maymunu oynamayı kurtuluş yolu olarak görüyor. Bu kesim, beni sokmayan yılan bin yaşasın, mantığıyla, zaman zaman virüsün kaynağıyla uyum gösteriyor. Tam hastalanmıyor, tecridin korumasından yararlanıyor ama bağışıklığı da giderek azalıyor.

Ama… Ama vicdanı körelmiş, ahlâken çökmüş, hiçbir değer tanımayan, kin dolu, saldırgan bir kesim de var. Çoğunluk olduklarını düşünmüyorum, ama arkalarını dayadıkları, adına hareket ettikleri iktidar odaklarından aldıkları güçle, azgın azınlık olarak toplumun çürüyen yanını temsil ediyorlar. Kötücüllük virüsünü yayıyor, toplumsal dokuyu çürütüyorlar. Gerçek hayatta, sokaklarda, meydanlarda, ama daha çok sosyal medya denilen mikrop üretmeye elverişli ortamda faaller. Toplumsal çevreyi kirletiyor, çatışmaları körüklüyor, kötücüllük mikrobunu her alana yayıyorlar.

Melek Mosso olayını basite almayın

Melek Mosso başarılı bir şarkıcı, bir müzik sanatçısı. İzlediğim kadarıyla güzel şarkıları var. Son olarak "En Güçlü Cover Şarkı Ödülü"nü aldı.  Sanatçı olarak benimsediği özgür kadın imajını, zaman zaman aşırı jest ve tavırlarla ortaya koyan, bu yüzden daha önce de kötücül güruhun saldırganlığına maruz kalmış, konserlerinin iptali istenmiş, hakaretlere uğramış bir şarkıcı. (Bugünlerde gündemde olduğu için onu konuşuyoruz yoksa saldırgan güruhun naralanmasıyla konserleri iptal edilen onlarca sanatçıdan sadece biri.)

Melek Mosso ödülünü alırken, "Bu ödülü yüzyıllardır bu toplumda ve dünyada ötekileştirilen, kıyafetleri ile, kahkahası ile, kadın olmasıyla yargılanan, ittirilen, katledilen bütün kadınların ruhlarına ithaf ediyorum. Sesimiz hiçbir zaman kısılmayacak, kimse beni susturamayacak, konuşmaya, üretmeye ve şarkı söylemeye devam edeceğim," diyor.

Sonra ne oluyor? Bütün konserleri iptal… Bir tek Tekirdağ Süleymanpaşa ilçesinin AKP'li belediye başkanı Mosso konserini iptal etmiyor, çünkü sanatçı o konserde sözleri ve seçimler öncesinde instagram üzerinden yaptığı bir paylaşım için özür dileme sözünü veriyor. Ve özür diliyor…

Onu özür dilerken izledim ve çok kötü oldum, utandım. Önce Melek Mosso adına, çünkü hatalar için özür dilenir; insanın söylediği, yaptığı, inandığı doğrular nedeniyle özür dilemesi acı ve kişiliği yıpratan bir şey. Ama asıl o kadını ödül töreninde yaptığı baştan son doğru ve alkışlanası konuşması yüzünden özür dilemek zorunda bırakan saldırgan, ahlaksız zihniyetle aynı ülkeyi, aynı gökyüzünü paylaştığım için kahroldum ve utandım.

Ardından, konseri iptal etmeyen ve Mosso ile birlikte çıkıp onun özrünü olumlayan belediye başkanına yönelen trol ve yandaş medya saldırısı, hakaretler, tehditler üzerine Belediye Başkanı istifa etmek zorunda kaldı. İstifa ederken de "Esas olan Cumhurbaşkanımızın liderliğinde millete sadakatle hizmet etmektir" diyerek yukarıya hulus çekmeyi de ihmal etmedi.

Ülkemizdeki toplumsal ve siyasal zehirli atmosferin yüzlercesi arasından son günlerdeki bir örneği bu.

Çürümüşlüğün bir başka örneği: Abdüllatif Şener vakası

Bazen kavramakta, yorumlamakta güçlük çektiğiniz olaylar, davranışlar olur. Çünkü; aynı zihin, ahlak, değerler dünyasından değilizdir. Abdüllatif Şener vakası benim için -sadece benim için değil- toplumun kötücüllük virüsünü hâlâ kapmamış, çürümemiş kesimleri için, bu kadarı da olmaz dedirten bir vakaydı. Siyaset kurumunun kirlenmesini, etik değerlerin yitimini, bir siyasî kimliğin çürümesini bu kadar açık sergileyen olay az bulunur.

Ne var ki olayı sadece kişinin şahsına kilitlememek gerekiyor. O, siyaset arenasında giderek çoğalan benzerlerinin bir prototipi.  Bu zat -daha uzak geçmişi bir yana- CHP'nin önemli yerlerinde bulunmuş, daha birkaç ay öncesine kadar ekranlara bu hüviyetiyle çıkmış biri. "Günahsız olan ilk taşı atsın," deyiminin tam yeri. CHP eğer değişmekten falan söz ediyorsa, önce Şener gibileri veya Bolu Belediye başkanı olan o garip Âdemi neden bünyesinde barındırdığını sorgulamalı. Siyaset çürürken insanlar da çürüyor, virüs kapmış insanlar da siyaseti çürütüyor.

Abdüllatif Şener vakası ve toplumsal ortamın çürümesiyle bağlantılı olarak sorgulamamız geren bir başka konu daha var: muhalif medyanın durumu…. Geçen akşam Halk TV'de, anlı şanlı ve de küçük dünyaları ben yarattım edalı gazeteciler, programlarına konuk ettikleri Şener'i polis/ veya savcı sorgulamasından geçiriyorlardı. Üstelik öfkelerine hâkim olamıyorlar, bağırıp çağırıyorlardı. Bir tek, ellerine sopa alıp dövmedikleri kaldı. Adam, gerçekten de iç bulandırıcıydı, utanç vericiydi. Ama bizim bildiğimiz kadarıyla medyanın işi halkın haber alma ihtiyacını gidermek, olayları aktarmak, uzmanların, kanaat önderlerinin yorumlarıyla doğru haberi aktarmaktır. Mahkeme kurmak, ele geçirilen suçluyu milyonlarca seyirci önünde kamçılamak değildir. İktidarın propaganda organından ibaret olan yandaş medyadan söz etmeye bile gerek yok, ama halkın haber alma hakkına sahip çıkma iddiasındaki muhalif (?) medya ister reyting yükseltmek ister taraf olmak için bu türden yayımlara başvurursa toplumsal-siyasal atmosfer kirliliğini artırmaktan, temel sorunları ve gerçekleri göz ardı ettirmekten başka bir işe yaramaz, bir kesimin kendini tatmininden öteye geçemez.

Balık baştan kokar

Binlercesi arasından seçilmiş, "Sen kafayı bunlara mı taktın, daha neler neler var!" diyeceğiniz son iki örnek, sağlıksız bir toplumun sağlıksız siyaset dünyasını, kötücüllük virüsünün kemirdiği insanların ve kurumların halini, basit, gündelik vakalar üzerinden anlatıyor.

Uzun zamandır, "Bu ülkede insan malzemesi çürüyor, toplum vicdanını yitiriyor, kötücüllük yayılıyor," diye feryat ediyorum. Bu gidişatta ekonomik boğuntunun, çağın değer bunalımının, insan yaşamına değer kazandıran ideallerin, umutların yitirilmesinin payı var kuşkusuz. Ama asıl önemlisi yıllardır siyaset ortamına hâkim kılınan çatışmacı, saldırgan, kötücül dil ve tavır. Toplumumuzu ve insanımızı çürüten virüs o merkezlerden yayılıyor, ancak o virüsü taşıyanlar tecrit edileceğine korunup kollanıyor.

Bir cumhurbaşkanı veya parti başkanı, çocuğu öldürülmüş bir anneyi meydanlarda kitlelere yuhalatırsa; siyasi husumet nedeniyle keyfî olarak zindanlarda tutulanlar terörist ilan edilip kitlelere idam çığlıkları attırılırsa; çocuk istismarcısı, tecavüzü, domuz bağcı, siyasî cinayet şüphelisi, vb. makbul vatandaş kabul edilirse, seçim sürecinde maruz kaldığımız nefret dili en tepelerden yankılanırsa, kötücüllük virüsü toplumu çürütür.

Ülkenin ve milletin bekasına yönelik en büyük tehdit insanî- ahlaki değerlerin yitimi, toplumsal vicdanın kararması, insanın çürümesidir.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

Devletin birliğini bütünlüğünü bozan hainler kimler?

Dikkatimi çeken, Demirtaş'a devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaktan, Figen Yüksekdağ'a da devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaya yardımdan ceza kesilmiş olması. Soruyorum: Devletin bütünlüğünü, milletin birliğini bozanlar Kobane davasında mahkûm edilenler mi, onları mahkûm ettirenler mi?