Yıllar önceydi. 1986 olmalı. Üyesi olduğum illegal TKP yeni bir program hazırlığına girişmişti. Mürekkep yalamış sayılan bencileyin bazı partililerin görüşlerini de almak için, program taslağı yedi-sekiz kişilik küçük bir toplantıda tartışmaya açıldı. Tartışma dersem; bu türden partilerdeki modele uygun olarak, merkezin görevlendirdiği bir arkadaş söylenenleri not alıyor, arada sırada da içerki odaya gidip merkezdeki birilerine, “Şöyle şöyle eleştiriler var, ne söyleyeyim? Keseyim mi, bırakayım konuşsunlar mı?” diye danışıyordu. Toplantıya ara verildiğinde, o arkadaşın telefonla konuştuğu odanın kapısına yakın bir yerde durduğum için, kendi kulaklarımla duymuştum bu sözleri.
Program taslağı fikri tutarlılıktan, dil birliğinden, bütünsellikten yoksun eklektik bir metindi. Toplantının sonunda aramıza katılan politbüro üyesi bir üst yöneticiye, “Taslak çok karışık” dediğimde, aldığım esprili cevap: “Zaten durumlar karışık yoldaş” olmuştu.
Bu günlerde Türkiye’de de programlar karışık, kafalar karışık, siyasal mevzilenmeler, partilerin, örgütlerin içleri, toplumsal-siyasal yaşama dair ne varsa hepsi karışık... Çünkü,¸durumlar karışık!
Dünyamız, bölgemiz ve ülkemiz birbirinden bağımız olmayan bir değişim süreci yaşıyor. Belki on, belki yirmi yıl, belki daha da fazla süre alacak olan geçiş döneminin kaçınılmaz altüstlüklerinin ortasında, dalgalı bir denizde yalpalayan ihtiyar bir teknede gibiyiz. Geçiş dönemleri sancılı olur. Değişim; statükoyu, alışılmış düzeni, eski iktidar sahiplerini, eski düşünceleri ne kadar kökten silkelerse o oranda sert tepkilerle karşılaşır. Bundan daha önemlisi; değişime ebelik etmeye aday yeni toplumsal-siyasal güçlerin dinamizmi, gelecek vizyonu, gelişmişlik düzeyi, dünyayı ve yaşamı kavrayış tarzı, gelecek tahayyülü değişimi yönlendirmede belirleyicidir. Başka türlü ifade edecek olursak: Değişim ve dönüşüme direnen, direndiği için de toplumu kilitleyen güçlere karşı; değişimi sağlaması ve sürdürmesi beklenen güçlerin donanımı, değişimin yönünü kavrayabilme ve direksiyonu kullanabilme yetenekleri, buna hazır ve ehil olmaları, değişimin devrime doğru evrilmesinde belirleyicidir.
Bu açıdan baktığımızda, kafaların, safların, siyasal mevzilenmelerin karışıklığı; değişimin hızının gerisinde kalan, her an tökezleyen mehter yürüyüşümüz; giderek derinleşen, derinleşirken kendisi de değişen cepheleşme, Türkiye siyasal sınıflarının bocalamaları, partilerin oy bezirgânlığı ve seçim hesapları, Kürt hareketinin yalpalamaları, hep aynı nedenin yol açtığı sonuçtur. Sahneden silinmiş gerçek sol adına üzülerek dile getirirsek; değişimin önündeki en zorlu engel olan statükocu devlet ve onun milliyetçi-vesayetçi-buyurgan ideolojisiyle hesaplaşmaya, eskiyi sarsıp yıkılmasına katkıda bulunarak değişimin önünü açmaya adaylığını ilan etmiş iki siyasal hareket: AKP ve Kürt hareketi şu sıralarda farklı açılardan ve farklı nedenlerle kendi sınırlarına dayanmış, statükonun ve kendi statükolarının esiri olmuş durumdalar.
Eskiyi sarsmakta, ezberleri bozmakta, Türkiye’nin yüz yıldır çözüm bekleyen sorunlarını, cerahatlenmiş yaralarını görünür kılmakta, farkındalık yaratmakta başarılı olmuş, böylece geçiş sürecinde yolları açmakta önemli işlev görmüş her iki siyasal güç de, değişimi planlamakta, yönlendirmekte ve biçimlendirmekte yetersiz kalmış görünmekteler. AKP, kendine gerektiği kadar demokrasi ve özgürlük, kendi mutlak iktidarını sağlayacak kadar değişim noktasında durmuştur. Her şeyi seçim sonrasına erteleyip vesayetçi kurumlarla uzlaşarak, demokrasi ve özgürlük söylemini oya tahvil etmenin yollarını arayarak, ekonomide neo-liberal, ideolojide milliyetçi-muhafazakâr, siyasette “ben yaparım olur”cu kendi sınırlarına çekilmiştir. Bu sınırları sadece oy kaybetmemek için taktik bir tercih olarak görmenin yanıltıcı olacağını; seçimler sonrasına ertelenen anayasa değişikliği, Kürt sorununun barışçı çözümü gibi vaadlerin seçim havuçları olduğunu düşünüyorum. Bunun gibi, BDP, KCK, DTK, İmralı, Kandil, vb...vb...bileşenleriyle Kürt hareketinin de (şu anda sorunun çözümü konusunda BDP’nin programının önemini ve bu konuda öneri sunabilen tek odak olduğunu da unutmadan) değişimi artık ilerletemeyeceğini, aksine aynı noktada kalırsa çözümsüzlüğü zamana yayarak derinleştireceğini sanıyorum.
Liderine, Türkiye’de artık ne işçinin ne de halkın giydiği 40 yıl öncesinin kasabaya inmiş köylü kasketini giydirerek, yılbaşı gecesi madenci kaskıyla madene indirerek (Bu arada iki AKP’li bakan da aynı şovu yaptılar, yani ön alınmış bir durum da yok); CHP geleneğinde hiç olmamış “yoldaş” hitabını söyleterek ve de darbecilikle yargılananlara selam sarkıtarak sol olduğunu, değiştiğini ve değiştireceğini iddia eden “yeni” CHP’nin de dünyayı ve Türkiye’yi sürükleyen değişimi yönlendirebileceğini gösteren en küçük bir işaret yok. CHP dışında kalan geleneksel sol ise, solunu sağını karıştırmamak için soluna soğan, sağına sarımsak takmak zorunda. Uzun lafın kısası; dipten gelen güçlü değişim dalgaları dünyayı ve Türkiye’yi zorluyor. Devrimci dönüşümü sağlayacak güçler ise, ya bu öze sahip değiller, ya da kendi sınıfsal, ideolojik, kültürel, dini referanslarıyla ve kendi vesayetleriyle sınırlılar, kendilerini aşamıyorlar.
Peki ne olacak, böyle sürüp gidecek mi? Bir çözüm umudu var mı? Aklıma şöyle bir soru geliyor? Anayasa tartışmaları ve yeni anayasa yapım süreci, bütün kesimleri uyaracak, dürtükleyecek bir ivme sağlayabilir mi acaba? Şu sırada yeni anayasa tartışmaları çevresinde oluşmuş onlarca sivil inisiyatif var. Bu inisiyatiflerde süren sivil anayasa tartışmalarının bir biçimde ortaklaştırılması, siyasal partilerin, Kürt hareketinin anayasa önerileriyle birleştirilmesi, tartışmanın böylece genişletilmesi ve milyonlara yaygınlaştırılması tıkanmış değişim yollarını açabilecek bir manivela olabilir mi? Yoksa çok naif ve hayalci bir düşünce mi bu?
Bu konuda biraz fikir jimnastiği gelecek yazıya kalsın. Şimdilik kafalar da, durumlar da karışık...