22 Nisan 2024

Istakoz, Maldivler, pahalı saat muhalefeti AKP'nin AK'lanmasına yeter mi?

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda

Yazmayacaktım ama milletçe içinde çırpındığımız bunca sıkıntı, bunca sorun varken, son on gündür medyadaki en önemli konu AKP milletvekillerinin yediği ıstakoz, Maldivler tatili, Rolex saat, vb. olunca, dayanamadım.

Anlı şanlı uzmanlar, siyaset bilimciler, TV programlarının gediklisi bencileyin yaşlanmış, "moruklamış" müdavimler, (şimdilerde, yaşlanmak ayıpmış gibi "yaş almış" deniyor, nereden kaça alınıyorsa bu yaş!), saçma sapan konuşmaları reyting sağladığı için bağıra çağıra incir çekirdeği doldurmayacak şeyler söyleyen "yorumcular!" günlerdir ıstakoz konuşuyor, Maldivler'le, pahalı saatlerle kafa buluyorlar. (Kafa ütülüyorlar demek daha doğru.)

Hemen söyleyim: Kişinin ne yediği, ne içtiği, nereye gittiği, ne takıp ne giydiği kimseyi ilgilendirmez. Istakoza, Maldivler'e, pahalı saate en sert eleştiri yöneltenlerin pek çoğunun pahalılık sembolü haline gelen ıstakozdan daha pahalı mönüleri Türkiye'deki en lüks mekânlarda tükettiklerini, değerli saatler taktıklarını, görece ucuz ve sıradan bir seyahat destinasyonu olan Maldivler ne kelime, çok daha lüks ve pahalı seyahatlere gittiklerini biliyoruz.

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Yıldız Sarayı Mabeyn Köşkü'nde

(Bu arada ıstakoz yediğimi falan da sanmayın. Çocukluğumda Sarıyer'de otururduk. Orada dalyanlar vardı, balık yanında ıstakoz da yakalanır, babamın arkadaşı olan dalyan sahibi bize de gönderirdi. Büyük bir ıstakozun, kaynatıldığı tencereden fırlayıp merdivenlerden indiğini gördüğümden beri, değil yemek, sofrada görmeye bile dayanamam. Daha sonra evimize hiç ıstakoz girmedi zaten.)

Istakoz ve Maldivler kuşkusuz birer sembol. Konunun bu kadar büyümesinin nedeni, Monaco'da ıstakoz yiyen, Maldivler'de tatil yapan AKP milletvekillerinin, milletin bağrından çıktığını ve halkı temsil ettiğini iddia eden iktidar partisine mensup olmaları. Ki ben buna hiç şaşmıyorum, çünkü günümüz AKP'si onların partisi.

AKP içi eleştirilerde mesele geliyor, "Yediniz içtiniz, tamam da neden sosyal medyada paylaşıyorsunuz?"a dayanıyor. Yani, "Aman millet duymasın" telaşı... Millet duymazsa ne değişecek, AKP 2000'ler başlarındaki fabrika ayarlarına dönebilecek mi? AKP'liler, şu günlerde hedef tahtası haline gelen ıstakoz, saat, Maldivler, vb. ile oyalanmak yerine bu sorunun cevabını düşünmek, işin özüne inmek zorundalar. Ama meselenin özünü ya görmezden geliyor ya da dile getirmeye cesaret edemiyorlar.

Erdoğan'ın tahtı ve Saray'ın bütçesi

Bazen televizyonda izliyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yüksek arkalıklı, altın yaldızlı, oymalı, bezemeli bir tahtı var: Zevksiz ve görgüsüz Saray mobilyalarından herhangi biri değil, gerçek bir taht. Şakacıktan, "Şuraya otur da bir fotoğraf çekelim," deseler, insanın hem komik olmaktan hem de orada poz vermekten utanacağı bir nesne. Ayrıca yine fotoğraflardan falan izlediğimiz kadarıyla 1150 (yazıyla bin yüz elli) odalı Saray'ın tefrişatı (döşenmesi) aynı beğeniyi ve aynı zihniyeti yansıtıyor.

İtibardan tasarruf olmaz, diyenlerin itibar sağlama anlayışı, günümüz dünyasında hiçbir çağdaş -özellikle de demokratik- yönetimde görülmeyen, alay konusu olabilecek zevksizlik âbidesi bir lüks. Bu görüntülerle yurtdışında itibar, içerde de biz fanilerin ulaşamayacağı ezici bir iktidar algısı yaratılmak isteniyor. Bu arada hemen hatırlatayım: Saray'ın geçen yılki giderleri 5 milyar 669 milyon lirayı aşmış, ek ödenek gerekmişti. 2024 yılı için Cumhurbaşkanlığı bütçesi 12 milyar 283 milyon oldu. Böylece günlük masraf 34 milyon liraya ulaştı. Yani 3 bin asgarî ücret.

AKP içinde seçim yenilgisinden sonra başlayan "milletten, halktan koptuk" tartışması sürerken, AKP'lilere, "Siz halktan, Saray yapılıp da Cumhurbaşkanı Beştepe'ye taşındığında ve Tayyip Bey, padişah misali o tahta oturduğunda koptunuz. Eleştirdiğiniz ıstakoz, Saray'ın simgelediği zihniyetin başka bir alandaki küçük bir yansımasından ibaret. Bırakın kadıncağızın yediği ve görgüsüzce sosyal medyada paylaştığı ıstakozu, cesaretiniz varsa Saray'ı sorgulayın," diye seslenmek istiyorum.

Paraya, lükse, iktidara aç bir görgüsüzlüğün yansımaları

AKP artık AK değil. Bugünün AKP'siyle 2002 AKP'si arasında program,  anlayış ve kadrolar olarak  benzerlik ve süreklilik yok. Parti, Tekadam Erdoğan'dan ve gönülbağı ya da çıkar ilişkisiyle Reis'e bağlı bir gruptan ibaret. Üstelik etrafları da derinlerin görevlendirdiği danışmanlar ile çevrili. Ayrıca MHP sultası ve prangası altındalar.

İşin siyasî boyutları bir yana, AKP kadrolarının ve AKP'ye yanaşarak/ yamanarak iktidarın nimetlerinden âzamî düzeyde nemalanmayı sürdürmekte olan çevrelerin dünyaya bakışları, ufukları, çapları, zihniyetleri, uzun süreler (2000'lerin başlarına kadar) siyasî arenaya çıkamamış, iktidara uzanamamış, kendilerini ikinci sınıf vatandaş hissetmiş, mağduriyetin ezikliğini yaşamış olan bir kesimin psikolojisini yansıtıyor. İktidara olduğu kadar paraya, güce ve toplumsal saygınlığa aç olan bu kesim günümüz AKP'sinin ortalamasını temsil ediyor.

Buraya kadar AKP'nin sorunu diyelim, ama mesele burada kalmıyor; gücün, itibarın, saygınlığın parayla sağlanabileceği anlayışı dalga dalga topluma yayılıyor. AKP iktidarı döneminde yaygınlaşan paraya tapma, para için her yolu, her yöntemi ve suç işlemeyi mubah sayma, zenginliği tek değer olarak görmekle yetinmeyip hayasızca sergileme, (saçlarını dolarla saran, düzinelerce lüks arabayı ve kendisini teşhir eden, bir masal dünyası yaşamı sergileyen Dilan Polat'ın ve benzerlerinin popülerliğini, gördükleri toplumsal  ilgiyi, yarattıkları onlar gibi olma arzusunu hatırlayalım) zenginlikten itibar devşirme zihniyeti toplumun bir kesimine hâkim olduğu gibi iktidar partisini de derinden etkiliyor. Kaynağa indiğinizde, orada "İtibardan tasarruf olmaz" zihniyetini buluyorsunuz.

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda.

"AKP'ye akıl vermek bize düşmez, ne halleri varsa görsünler, halkın gözünde ve seçimlerde beter olsunlar" diyebilirsiniz. Haklısınız ama şu anda hâlâ iktidardalar, AKP Genel Başkanı Sayın Erdoğan da bu ülkenin cumhurbaşkanı. Ülkenin kaderine hükmediyorlar, hakkımızda kararlar alıyorlar. Edimlerine ve zihniyetlerine mâruz kalan yurttaşlar olarak eleştiri hakkımız ve AKP'lileri gerçekleri görmeleri için uyarma sorumluluğumuz var.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

- Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

 

Yazarın Diğer Yazıları

1 Mayıs'ta Taksim'e çıkamamanın sorumlusu kim?

45 bin polisin işe koşulduğu bir ortamda, eski gücünde olmayan sendikal hareketin, uzun yıllardır pasifize edilmiş, aş-iş-ekmek derdindeki emekçi sınıfları Taksim'e çıkarmaya niyeti vardı, ama gücü yoktu

"Kobane düştü düşecek"ten Kobane Davası provokasyonuna

Başta CHP, demokratik muhalefet bu davaya sahip çıkmak zorundadır. Yargının ne ölçüde siyasallaştığını, sadece Beştepe'nin değil tarikatların, cemaatlerin elinde olduğunu herkesin bildiği Türkiye'de "Yargı kararıdır, ne yapalım," demek ipe un sermektir, tezgâhlanan provokasyona su taşımaktır

Hukuksuzluk değil irade gaspı ve siyasî ahlâksızlık

Özgür Özel'in genel başkan olarak, Ekrem İmamoğlu'nun da en büyük ve en önemli belediyenin başkanı olarak heyetleriyle birlikte acilen Van'a gitmelerini, sadece kendi adıma değil ama asıl, hafızalarda hâlâ diri olan kötü yaşanmışlıklar, yetmedi son genel seçimlerde CHP'nin genel başkanı olan Kılıçdaroğlu'nun ırkçı faşist kimliklerle yaptığı gizli protokoller ve benzer uygulamalar yüzünden güvenleri sarsılmış Kürt halkı adına rica ve talep ediyorum